5 yılı aşkın süredir Türkiye ile sık dokulu bir münasebetim yok.
Zamanın ruhuna aykırı hareket edip benimle arasına mesafe koymayan dostlarımla yaptığım telefon konuşmaları ve online dünyadan zaman zaman okuduğum haberler ve izlediğim bazı programlar hariç. Yakın bir arkadaşımın akrabası geldi geçenlerde Türkiye’den. Bir vesile ile beraber olduk. Hayatın içinden diyebileceğiniz türden gerçek bilgiler aldık. Anlattığı şeyler ve kendisinin almış olduğu pozisyon beni…
Cümlemi tamamlayamadım. Neden mi? Çünkü bir türlü karar veremedim şaşırttı mı desem şaşırtmadı mı desem diye. Önce söylediği bir sözü aktarayım. Belki o zaman daha net bir manzara oluşur zihninizde aşağıda yapacağım yorumlarla alakalı.
Şöyle dedi: “Alışveriş yapacağım yerleri seçiyorum. İktidarı kayıtsız-şartsız destekliyor ve ardından Müslümanım diyorsa ondan alışveriş yapmıyorum. Nerede kendisini solcu, Alevi, Kürt, muhalif diye tanımlayan kişiler var, oralara gidiyor, onlardan alışveriş yapıyor, onlarla dostluk kuruyor ve muhabbet ediyorum. Benim şu an en yakın dostlarım onlar, diğerleri değil.” “Neden?” diye sorduğumda aldığım cevap ise şu oldu: “Onlar Müslümansa ben değilim.”
Evet, işte bu cümle. Önce beni şaşırtmadı, çünkü eski bir yazımı hatırladım. “Siz Müslüman’sanız ben değilim noktasına evriliyoruz!” başlıklı bir yazım. Yayın tarihine baktım: 20 Haziran 2014.17/25 Aralık hadiselerinin üzerinden 6 ay gibi kısa bir zaman geçmiş. Devletin kuruluşundan bu yana devam ettirdiği Kürtler, Aleviler ve benzeri “makbul vatandaş” kategorisine girmeyen kesimlere yönelik zulümlerine Cemaat’in de eklendiği günler bu günler. Hizmet mensupları ve kurumlarına yönelik mevcut hukuki sistemi hiçe sayan zulümlerinin başladığı ve hızla ivme kazanmaya durduğu zamanlar. Bunları masaya yatırmıştım o yazıda. İslamcı kimliği ile övünen, kendini “Müslüman muhafazakâr” diye tanımlayan iktidarın böyle devam etmesi durumunda o günlerde “Böyle Müslümanlık olmaz” sözlerinin “Siz Müslümansanız ben değilim” noktasına evrileceğini söylemiştim. Ülkenin bu noktaya geleceği çok önceden belliydi. İşte bu açıdan şaşırmamıştım.
Ama yine de bir miktar şaşırmama gelince… Bunu söyleyen kişinin din hizmetlerinde ömrünü tüketmiş birisi olması. Müslümanlığı kültürel bir kimlik olarak benimseyen, İslam’a inandığı halde inancın gereklerini hayatına taşımayan ya da sadece ibadetlerini yerine getiren sıradan bir Müslüman değildi karşımda duran. Böyle birisi olsaydı belki şaşırmazdım. İslam’ın inanç ve ahlaka yönelik değerleri ile Müslümanların eylemlerini birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini en iyi bilenlerden birisi oturuyordu karşımda. Daha farklı bir cümle ile de ifade edebilirdi meramını ve düşüncesini. Bu açıdan “Onlar Müslümansa ben değilim” beyanı çok radikal ve çok keskin bir söylem gibi geldi bana.
Akşam eve geldiğimde hala bu sözün etkisi altındaydım ve sürekli düşünüyordum. Birden yaklaşık bir yıl önce Yunanistan’da cereyan etmiş bir vakıayı hatırladım. Yakın bir dostum anlatmıştı. Meriç’i geçerek Yunanistan’a sığınmış birisi, daha önceden aynı kaderi yaşamış bir arkadaşı ile bakkala alışveriş için gitmiş. Kasada hesabı ödeme esnasında yeni gelen kişi, kendisine rehberlik eden arkadaşına bakkalı kastederek “Türk’üz ya da yabancıyız diye bakkal bizi aldatmaz değil mi?” demiş. Bakkal da bu cümleyi anlayacak ve cevap verecek kadar Türkçe biliyormuş. Ne demiş biliyor musunuz? “Ben Müslüman değilim!”
İzaha gerek var mı bilmiyorum. “Ben Müslüman değilim!” sözü “Hangi dine mensupsunuz?” sorusunun cevabı değil. Aksine insanın kanını donduran bu söz müşteriyi aldatmanın, kandırmanın, fazla para almanın, daha net ifadesiyle hırsızlığın söz konusu olduğu yerde söyleniyor. “Ben aldatmam, ben kandırmam, ben hırsız değilim” cümlesinin karşılığı “Ben Müslüman değilim” olmuş Yunanlı bakkalın dilinde.
İhtimal genelleme yapmıyordur o bakkal. Her Müslümanın müşterisini aldatan ve kandıran hırsız vasfını almaya hak kazanmış bir kişiliğe sahip olduğunu düşünmüyordur. Ama bu cümleyi söylediğine göre bunu ona söyletecek ve böyle düşündürtecek bilgi veya tecrübeye sahiptir.
Türkiye ve emsali Müslüman ülkelere baktığımız zaman İslam adına, Müslümanlık adına çok zor zamanlardan geçtiğimiz muhakkak. İman mı ahlak mı usul mü düşünce mi bilgi mi ekonomi mi teknoloji mi ne dersiniz ne ad koyarsınız bilmiyorum ama bir kriz yaşadığımız muhakkak. Hem de asırlardır devam edegelen bir kriz. Tuncer Akkoç’un bu bağlamda yaptığı tespit önemli: “Müslümanlar adeta Müslüman olma ile olmama veya olduğunu İslam sanma arasında bir teolojik kriz yaşamaktadırlar.” Katılmamak mümkün mü?
Aşabilecek miyiz bu sorunu? Ali Şeriati’ye referansla sorayım, Müslümanlar tarih, toplum, coğrafya ve ene zindanından çıkabilecekler mi? Kendi elleriyle inşa edip kendilerini hapsettikleri kalenin surlarını yıkabilecekler ve dünde değil bugünde yaşayabilecekler mi?
Bu gidişle zor diyorum ben. Ümitsiz değilim elbet ama bu ümidi oluşturacak, destekleyecek, besleyecek, büyütecek bilgi ve tecrübe merkezli somut adımlara ve atılımlara da ihtiyaç olduğu inkâr edilemez bir gerçek. En basitinden toplumsal planda “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” zihniyetinden “Zalim kim olursa olsun zulme hep birlikte karşı durmalıyız” zihniyetine geçmemiz lazım. Bizim cahiliye insanı deyip geçtiğimiz, burun kıvırdığımız, dudak büktüğümüz o bedevi insanlar bile yapmış bunu. Aradan geçen 14 asırlık zamanda elde ettiğimiz kazanımları da hesaba katarsak onlardan çok daha medeni olduğumuz muhakkak. Öyleyse o bedevi dediğimiz insanlar kadar yapamaz mıyız önce zihniyet ardından fiiliyat planında bu devrimi?
Hilfü’l fudûl denilen faziletliler ittifakından bahsediyorum. Malum o ittifak Efendimizin gençliğinde imza koyduğu ve “Kanun benim iki dudağımın arasından çıkan şeydir” diyen Mekke’nin şımarık oligarşik zenginlerine karşı mazlumun hakkını çiğnetmemek üzere kurulu bir ittifaktı. Şöyle diyordu anlaşmada: “Allah’a and olsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir tek kıl parçasını ıslatacak suları kalmayınca, Sebir ve Hira dağları yerlerinden silinip gidinceye ve Kabe’ye istilam (tavafa baslarken Hacerü’l Esved’e yapılan selamlama) ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edecek, bu yemine aykırı davranmayıp birbirimize malî yardımda bulunacağız.” Peygamber Efendimizin ilerleyen zamanlarda bu günleri yâd ederken bu anlaşma için “kırmızı tüylü deve sürüsüne sahip olmaktan daha sevimlidir” dediğini de unutmamak lazım.
Allah akıbet ü encamımızı hayreylesin. İnsani ve İslami değerlerin hayat sahnesine insanlık ve Müslümanlık olarak döküleceği günlerin gecikmemesi niyaz ve temennisiyle.