Mi’rac, Efendimizin (sav) Kur’an’dan sonra en büyük mu’cizesidir. Mu’cizeler Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla gerçekleşir. Allah, bütün esmâ-i ilahiyeye mazhar kıldığı, kâinatın yaratılış vesilesi Efendimizi (sav) bütün fiziki kuralların verâsında kısa zamanda, harika olarak huzuruna celp edip, Sidret-il Müntehada gayb alemine ait hakikatleri müşahede etme fırsatını vermiştir.
Allah, Efendimizin (sav) üzerlerinde hassasiyetle titrediği ümmeti için, mi’rac dönüşü Cenab-ı Hak’tan şu hediyelerle gelmiştir.
1- Kulun kemale ermesinin en büyük vesilesi ve bir nevi; ruhen, kalben ve aklen insanı Allah’a yükseltip ve yüceltecek merdiven basamakları gibi mi’rac yapmasına vesile olan namaz ile. Efendimiz de (sav) “Namaz mü’minin mi’râcıdır.” Buyurmuşlardır. (Suyuti, İbn Mace)
2-Bakara Suresinin son iki ayeti olan 285 ve 286. Ayetlerini ki, bu ayetler: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de! Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. “O’nun resullerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz.” dediler ve eklediler: “İşittik ve itaat ettik ya Rabbenâ, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır.”
”Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık da kendi aleyhinedir.
Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma!
Ya Rabbenâ! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!
Ya Rabbenâ! Takat getiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma!
Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize!
Sensin Mevlâmız, yardımcımız! Kâfir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize!”
3-Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının af ve mağfiret edilmesi.
Efendimizin (sav) Allah’tan kulları için getirdiği bu hediyelere sahip çıkma ve değerlendirme mevzuunu, Cenab-ı Hak insanın kendi iradesine bırakmıştır.
Hz. Peygamber (a.s.m), bu ayetlerin faziletine dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:
“Her kim geceleyin Bakara sûresinden bu iki âyeti okursa ona yeter.”
“Allah Teâlâ Bakara sûresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana, Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz; kadınlarınıza ve çocuklarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salattır (namazdır), hem duadır, hem Kur’ân’dır.”
Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.a) demişlerdir ki: “Aklı başında hiçbir adam görmezdim ki, Bakara sûresinin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun.”
Erkanı imaniyeyi kabul etmeyenlere, Allah’ı bilmeyen, peygamberi tanımayan, melaikeyi kabul etmeyen insanlara, mi’racı anlatmak mümkün değildir. Bu durumda olan insanlara, kavli leyyinle tatlı dil güler yüzle, imanın erkanını akıl ve mantıklarına hitap edecek şekilde mukni olarak anlatılmalıdır.
İsrâ Suresi 1.ayette Cenab-ı Hak; “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, her şeyi işiten, her şeyi gören O’dur” buyurulduğu gibi,
Necm Suresi 4. ayetten 18. ayete kadar mi’racla alakalı şöyle buyurulmakta ve dikkatlerimizi celbetmektedir. “O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir. Onu kendisine pek güçlü ve kuvvetli, o üstün akıl ve kemal sahibi olan (melek Cebrail) öğretti. Melek kendi asli suretine girip doğruldu. İşte o zaman kendisi en yüce ufukta idi. Sonra yaklaştı ve iyice sarktı. Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az kaldı. O da kuluna vahyetmek istediği her şeyi vahyetti. Gözlerinin gördüğünü kalbi yalan saymadı. Şimdi siz kalkmış da onun gördükleri hakkında şüphe edip kendisiyle münakaşa mı ediyorsunuz? Onun bir başka inişini Sidretu’l-Münteha’nın yanında görmüştü. Me’va cenneti de onun yanındadır. O dem ki, Sidre’yi bir feyiz sarıyor, sardıkça sarıyordu… Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da. Vallahi gördü, hem de Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü!”
Mi’rac-ı Ahmedi, Efendimizin (sav) velayetidir. Risaletine bir mebde ve başlangıçtır. Aynı zamanda velayeti Ahmediyenin kerameti kübrası ve mertebesi çok yüce olduğundan, mi’rac vesilesiyle risalete inkılap etmiştir. Onun için mi’racın batını, yani görünmeyen kısmı velayettir. Halktan Hakka gitmiştir. Zahiri mi’rac, yani görünen yönü risalettir, Hak’tan halka gelmiştir.
Bu kâinat bütün sistemleriyle muntazam, mükemmel bir memleket, bir şehir ve bir saray hükmündedir. Elbette onun bir mâliki, sâhibi, hâkimi ve ustası vardır. O Mâlik-i zülcelal, Hâkim-i zülkemal, Sani-i zülcemaldir. Elbette yaratılan varlıkların en şereflisi, nazar-ı külli olan bir insan vardır. Elbette Sani-i muhteşem olan Allah, şuurlu, nazarı külli bulunan kuluna bir teveccühü ve onunla bir münasebeti olacaktır. Beşer içinde en â’zamî bir mertebede bulunan Muhammed-i arabî aleyhisselama mi’rac, elyak ve muvafıktır.
Mi’rac, Zât-ı Ahmediye’nin, Allah’ın faziletlerle donattığı âlemleri, mertebeleri geçerek, Cenab-ı Hakka ulaşmak için manevî ve ruhî olarak Allah’ın daveti üzerine gerçekleştirdiği bir yolculuk ve bir seyahattir.
Cenab-ı Hakkın bütün incelik ve güzellikleriyle yaratmış olduğu harika san’atlarının sırlarını keşfettirmek için kulunu, Burak’a bindirip, Berk yani şimşek gibi semavatı seyrettirip mertebeler kat ettirerek, Rububiyet-i ilahiyeyi temaşa ettirip, ihvanı bulunan enbiyayı birer birer gösterip, ziyaret ettirip oradan Kab-ı kavseyne, bizce mahiyeti meçhul, imkan ve vücup arası bir makama çıkarmış ve rü’yetine mazhar kılmıştır.
Madem bu kâinat ve mevcudat var ve harika olarak yapılan, taklidi mümkün olmayan icat ve işler var, elbette yapılan zerreden küreye, semekten sistemlere, sinek kanadından semâvât kandilleri olan ay ve güneşlere kadar bu işler fâilsiz olmaz, tıpkı kâtipsiz bir kıtabın olmayacağı gibi.
Görüldüğü gibi kâinatta harika mükemmel bir intizam var. Öyleyse onları yaratan, tanzim edip yapan bir Hâkim-i mutlak vardır ve O birdir. Bütün bu icraatlar O’na verilmezse, bir sürü ilahların bulunması lazım gelir. O zaman kainattaki nizam ve intizam bozulur. Halbuki, bir ordunun muntazam bir emir ile hareket etmesi gibi, kainattaki bütün varlıkların da bir Kumandan-ı Azamın emriyle hareket ettiği açıkça müşahede edilmektedir.
Efendimiz aleyhisselam evvela ‘Kul’ du. Kulluk şuur ve idrakiyle risalete yükseltildi. O öyle bir Kul idi ki, mebde de varlık ağacının çekirdeği; neticede ise en kâmil meyvesi idi. Efendimiz (sav) yeryüzünde Allah’ın en parlak bir aynasıdır. Onun için Cenab-ı Hak Cibril aleyhisselamın arkadaşlığında O’nu huzuruna celbetti ve kainatın sırlarını O’na öğretti.
Kâf Suresi 16. Ayette Cenab-ı Hak; “İnsanı Biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de Biz pek iyi biliriz. Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız.” Buyurmaktadır.
“Hz. Muhammed (sav) öyle bir zattır ki, azameti maneviyesinden dolayı, sath-ı arz O zatın Mescid-i Aksa’sıdır. Mekke-i Mükerreme O’nun mihrabı, Medine-i Münevvere O’nun minber-i fazl-ı kemâlidir. Cemaat-ı müminine en son ve en âlî imam ve nev-i beşerin hatîb-i şehîridir. Saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyanın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünkü, dini bütün dinlerin esâsâtına câmidir. Ve bütün evliyanın başıdır; şemsi risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor.
Resül-ü Ekrem (sav) neşrettiği hakikatle nev-i beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çevirmiştir.
O zatın nurani güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir matem-i umumi içinde görünecekti; her şey birbirine düşman, insanlar hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.
Kâinata, o mürşid-i kâmilin gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa, mescid-i zikir ve şükür olur; her şey birbirine ahbap ve kardeş olur. Vahşet ve adavet yerini ülfet ve ünsiyete terk eder. O zât-ı nurânî olmasaydı, kâinat da, insan da, hiç hükmünde kalır; ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.
Keşf-ül Hafâ’da zikredilen ifadede; “Sen olmasaydın (Yâ Muhammed), kâinatı yaratmazdım” buyurulmaktadır.
Bütün ehli iman kardeşlerimizin Leyle-i Mi’raclarını tebrik eder, hayır ve bereketlere vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan dilerim.