Gurbette bir yaz akşamında elimdeki poşetlerle yürüyorum. Arabalar, hızla geçiyor yanımdan. Kuşlar, kızıl ufuklara doğru kanat çırpıyor. Telefonum çalıyor, ”Mehmet Ali Hocam sizlere ömür.”
Elimdeki poşetleri bir taşın üzerine bırakıyorum. Kızgın şişler girip çıkıyor yüreğime. Yeni dirilişin destanını yazan Kutup Yıldızının yol arkadaşlarını arıyorum. Herkes mendil tutmaca ağlıyor. Herkesin dudaklarından dökülen aynı söz;
“Yaktın bizi Hocam!”
Arabalar hızla geçiyor yanımdan.
Kuşlar kızıl ufuklara doğru uçuyor.
Yüreğini, bir meşale gibi eline alarak en karanlık gecelerde, kara buza aldırmadan yürüyen insan yok artık.
Ah Hocam yaktın bizi…
Sen ana kubbeyi taşıyan en görkemli sütunlardan biri idin.
Yiğittin, yürekliydin, yürektendin, vefalı idin, hüzün insanı idin, sinen güzeldi, siman güzeldi. Yüzün bir gül bahçesi, gözlerin uçsuz bucaksız bir okyanustu.
“Benim kardeşlerim ahir zamanda gelecekler.” sözüne mazhar bir kardeştin. Günümüzde yaşayan bir sahabe idin. Dünyada ayak basmadığın ülke kalmadı.
Titizdin, temizdin, kokusu gönüllere inşirah salan bir çiçektin. Nizamı, intizamı çok severdin, güzel giyinirdin. Severdin, sevilirdin, sen bir hoca, bir âlimdin ama hepsinden öte bir ağabey, bir kardeştin. Bir ömür boyu her konuşman marifet ve muhabbet temalı idi.
“Aman kardeşlerim! Uhuvvet çok önemli!” derdin. Ateşi gittikçe artan bir fırına dönen meclisler, gönlünden ve gözünden dökülenlerle gül bahçesine dönerdi.
Asildin…
Soylu bir ağacın en görkemli dalıydın.
Ahmet Deden, “Bu benim oğlum memlekete, millete çok faydalı işler yapacak ama ben göremeyeceğim.” derdi.
Deden, dört kardeşini cephelerde bırakmış bir gazi idi. Vücudunda savaşın derin izlerini bir ömür boyu taşıdı. Savaş hatırası olarak parmakları, el ayasına yapışıktı. Devlet gazilik maaşı bağladığında, “Ahiret nimetini dünyada tüketmek istemiyorum.” diye kabul etmemişti.
Vefat edince gazilik maaşını babaannene bağlamak istediler. Bu defada baban karşı çıktı. “Ana, babam almadı sen de alma, devlete yük olmayalım.” dedi.
Babaannen de almadı.
Sen 12 yaşında hafız olunca Ahmet Deden iki kasa lokum aldı. Kucağında lokum kasaları ile koca köyü kapı kapı dolaştı. Köyün ağzını tatlandırdı.
Bir gün köyün hocası Hüseyin Hafız senin elinden tutarak bir kabrin başına götürdü.
Daha çocuktun.
Sana, “Evladım hafız efendi, bu kabirde cenaze yok, dinimiz gömülü.” dedi ve ağladı. “Burada köyün Kur’anları gömülü.”
Sen, o gün söz vermiştin toprakta gömülü dini gönüllerde dirilteceğine.
Denizli’de hafızlık yaparken gizli gizli Muzaffer adında birinin Rislale-i Nur derslerine giderdin.
Bu zat kendini hizmete adamış biri idi.
Sözleri, gönüllere dokunurdu.
Ama sana onun sözlerinden ziyade giydiği elbiseler dokunmuştu.
Pantolonun dizleri yamalı, ceketi hırpani idi.
“Bu kadar güzel sohbet eden birinin üstü başı niye böyle?” diye içinden geçirmiş olmalısın ki ders yaparken birden duygulandı ve “kardeşlerim! Ben bir işe girip çalışsam bu Hizmeti dolaşarak anlatacak kimse yok. Mecburen dolaşıyorum. Çantamdaki kitap ve cevşenleri satarak rızkımı çıkarıyorum. Derslere gelen çok olmuyor. Bazen aç kalıyorum. Ben üç gündür doğru dürüst bir şey yemedim. Çok aç kaldığım bazı günler ya hapishanenin ya da hastanenin çöp tenekelerinden bir şeyler bulup yiyorum.”
Sonraları anladın ki asrımızda sahabe hayatı yaşayan bu zat meğer Erzurum’da Hocafendi’yi de Risale-i Nurlarla tanıştıran Muzaffer Aslan’dı.
Hocafendi de Erzurum’da medresede okurken aynı senin gibi o aslanın, dizleri yamalı pantolonundan, dirsekleri pavzımış ceketinden, namaz kılışından, sözlerinin samimiyetinden, dua edişinden çok etkilenmiş ve;
“Allah’ım! Bahtına düştüm, beni de bu arkadaşların arasına kat. Onlardan biri olayım. Bu hizmetle bütünleşeyim. Dıştan gelip giden insan olmayayım. Kendimi bu hizmete vakfedeyim.” demiş.
Bir Aslan, Anadolu’yu aslanlar yatağına dönüştürmüş.
Denizli’de hafızlığını tamamladıktan sonra seni İzmir Kestane Pazarı Kur’an Kursu’na gönderdiler.
Kader ağlarını örüyordu. Asrın kutup yıldızının en sadık yol arkadaşı olma yolundaydın.
Yaşar Tunagür Hoca’nın ateşli vaazlar verdiği caminin bülbül sesli müezzini idin.
Mısır’a gidip, Ezher’de okumayı kafana koymuştun. İlme doymak bilmiyordun.
Yaşar Hoca, “Evladım, Hoca sözü dinle ve gitme!” dedi.
Sen de “Hocam sizi dinliyorum ve gitmiyorum.” dedin.
Yaşar Hoca kafasına koymuştu. Seni Hocafendi ile buluşturacak ve ona yardımcı yapacaktı.
Yaşar Hoca İzmir’den gitti.
Bir gün Hocafendi elinde çantası ile Kestanepazarı’na çıkageldi. Sen herkesten önce koştun ona.
Herkes onu karşı durduğunda sen hep yanında oldun.
Hizmet medeniyetinin maya tutmasında öncü oldun.
İnsanları Hocaefendi’nin etrafında toparladın. Kendini mahviyete, onu nazara verdin.
Hocaefendi senin samimiyetini çok sevdi. Seni kendine havari edindi. Nice kapalı kapılar senin sihirli sözlerinle açıldı. Nice dağlar gibi problemler senin mütevazı ikliminde eridi. Şimdi dağlar gibi problemlerle bırakıp gittin bizi.
Mersinli Yeni Camii’de görev yaparken talebeler için ev kiralamıştın. İçini döşeyecek eşya bulamadın.
“Hocam, iki ev tuttum talebeler için ama eşya yok.” dedin.
“Mehmet Ali Hocam evinde eşya yok mu?” dedi Hocaefendi.
Başınızı eğdiniz, “Var Hocam!” dediniz. Yeni evlenmiştiniz.
Eve gittiniz eşinize, “Hocafendi eşyaları istiyor.” dediniz.
O da “En sevdiklerinizi vermedikçe hakiki iman etmiş olmazsınız.” sırrını bilenlerdendi.
Olgunluk gösterdi.
Eviniz boşaldı. Eşyalar öğrenci evine taşınırken gözünüz, gönlünüz doldu.
Yeni bir dirilişin destanını yazarken çekmediğin çile, görmediğin işkence kalmadı.
1980 darbesinde Bornova Polis karakolunun koridorunda ayakların yalınayak, paçaların ıslak, gözlerin siyah bir bantla bağlı, tek ayak üstünde tutulurken gördüler seni.
Ayakların ustura ile kesilmiş, tuz basılmıştı. Kum torbaları ile böbreklerinize öldüresiye vuruyorlardı.
“Hocafendi nerde?” diye soruyorlardı.
Daracık hücrenin taş duvarına kanla yazılmış “Bilmiyorum.” kelimesinden başka bir şey söyletemediler sana. Allah aşkına kimsin sen, asrımızda yaşamış bir Hubeyb misin yoksa gökten yere düşmüş bir melek misin?
27 yedi gün sonra karakoldan çıktığınızda sekerek gittiniz evlerinize. Eşiniz, çocuklarınız, devletin vahşi yüzünü gördü sizin vücudunuzda. Sen o yaraları bir ömür boyu taşıdın. Ama kimselere bir şey söylemedin. Kimselere anlatamadığın dertlerin vardı, iyileşmeyen yaraların vardı.
Beraat etmenize rağmen çalıştığınız kurum Mehmet Özyurt Hoca ile size, “Sizinle çalışmak istemiyoruz.” diye yazı gönderdi.
Sizinle Anadolu’ya ilk hicret başladı. Siz Samsun’un, Mehmet Özyurt Hoca Diyarbakır’ın, Hacı Muammer Trabzon’un nasibine düştü. Mevlana çağırınca Konya’nın nasibine de Abdullah Aymaz Ağabey düştü. Hiç tereddüt etmeden fecir süvarileri gibi koştunuz. Anadolu’yu yeni dirilişe hazırladınız.
Samsunda Eğribel Pasajı’nın son iki katını öğrenci yurdu olarak kiralamak istiyordun ama bina sahibi kefil istiyordu.
Çok bunalmıştın. Ne yapacağını şaşırmıştın. Zaten polis de peşini bırakmıyor, Sefiller’deki Jean Valjean gibi köşe bucak takip ediyordu.
Depolarda yatıyordun.
Kefil olacak kimsede bulamadın. Yalnız yıllarındı.
Gözlerin dolarak bina sahibine, “Bu ülkede köpekler bile para ediyor. Eğer ödeyemez isem götürür Samsun pazarında beni satarsın.” deyip dükkânından çıkıp yürümeye başladın.
Dağları eriten sözlerin adamın taş kalbini de eritmişti.
Vakıf Başkanı Ali Çakıroğlu, hizmete inandıramadığı varlıklı bir işadamını bir bayram günü sizin bulunduğunuz yere getirdi.
Siz bir müfettiş arkadaşınızla birlikte deri tuzluyordunuz. Üstünüz başınız kan revandı.
O sahneyi seyreden iş adamı, “Bana anlatmak istediğinizi şimdi anladım.” dedi.
Mehmet Özyurt Hoca yanarak şehit olmuştu. Diyarbakır Koleji’nin eğitim sezonuna yetişmesi gerekiyordu.
Konuşmacı olarak sizi davet ettiler. Ne de olsa kader arkadaşı idiniz.
Sohbetten önce bir genç yanınıza gelerek, “Hocam dün akşam bir rüya gördüm. Bütün şehit olmuş abiler buradaydı. Mehmet Özyurt Hocam onlara, ‘Akşam burada toplantı olacak, burayı hazır hale getirelim.” diyordu. Yüzleri pırıl pırıldı, hummalı bir şekilde koşturuyorlardı.”
Siz sohbet esnasında bu rüyayı oradakilere gözyaşları ile anlattınız.
Dinleyenler kendinden geçti, bayılanlar oldu. Kalabalıktan bir ses yükseldi o an,
“Hocam bizi yaktınız.”
Gurbette bir yaz akşamında elimdeki poşetlerle yürüyorum. Arabalar, hızla geçiyor yanımdan. Kuşlar, kızıl ufuklara doğru kanat çırpıyor. Telefonum çalıyor, ”Mehmet Ali Hocam sizlere ömür.”
Yüreğini bir meşale gibi eline alarak karanlıkların üzerine üzerine yürüyen yiğit Hocam!
Yaşarken kendini, firakınla bizi yaktın.
Makamın Firdevs olsun!