Yine yollar bizi çağırıyor.
Bir mart sabahı evimizin önüne kapalı bir kamyonet gelip duruyor.
Paketler, eşyalar bir bir sıraya giriyor.
Vefalı dostlar, karıncalar gibi, göz açıp kapayıncaya kadar taşıyorlar.
Araba yükünü alıyor.
Kadim dostlara, acı-tatlı hatıralara, her karşılaştığımızda gülümseyen komşulara, her gün gelip geçtiğimiz sokaklara, sevimli torunlarım İhsan’a, Gülden’e, İpek’e, parkta oynayan çocuklara veda ediyoruz.
Sabaha kadar parkı bekleyen lambalara, çimenlerin üzerinde rızkını arayan kumrulara, ne zaman baksam köy tarlamızdaki palamut ağacına benzettiğim parkı bekleyen görkemli ağaca veda ediyoruz.
Ramazan kapıda.
Sayılı günler var.
Ramazanlar bizden uzaklaşıyor mu, yakınlaşıyor mu bilmiyorum.
Ramazan’ı, Ramazan yapanın toplu teravihler, tekbirler, salavatlar, iftarlar, sahurlar, mukabele olduğunu düşündükçe yeni gurbetimize sanki Ramazan gelmeyecekmiş gibi hüzünleniyorum.
Gidiyorum demekle gidilmiyor. Giden sadece bedeniniz oluyor. Ruhunuz, aşinası olduğunuz yerlerde kalıyor. Neylersin ki gitme vakti gelince de gitmeniz gerekiyor. Sanki en yakın dostlarınızın gözleri bile, “ne zaman gideceksiniz?” diyor gibi geliyor. “Burada iyi idik” diyenlerin sözleri bile iğreti geliyor insana.
Bu kaçıncı göç!
Çocukluğumda köyümüze ilk gelen otobüsün önünde, ‘Ömür biter, yol bitmez!’ yazıyordu.
Şehre varınca yol bitmiş ama ömrümüz devam ediyor diye düşünüyordum.
Çocukluk aklı işte.
Ömrümüz ilerledikçe, yollar her daim bizi çağırdıkça ömrün yavaş yavaş sona yaklaştığını ama yolların uçsuz-bucaksız bir urgan gibi belimize dolandığını fark ediyorum.
Ayrılıklar, her balta darbesinde biraz daha ölüme yaklaşan ağaç gibi çökertiyor bizi.
Önceki yerimiz gibi yeni yerimiz de güzel. Şehirler biraz da insanlarla güzel.
Sadık ve güzel insanlar karşılıyor bizi.
Gurbette ilk gün…
Daha doğrusu gurbet içre gurbette ilk gün…
Sabah güneş, hemen önümüzdeki yüksek kulelere vuruyor.
Sonra toprağa ve sulara…
Gün doğumu ile birlikte kadim kuleler ışıkla buluşmanın sevincini yaşıyor. O sevinç, kulelerin yüksek tepelerinden toprağa, suya dökülüyor. Antik kuleler, o ışıkla buluşmak için gecenin bağrında sabaha kadar sabırla ve sessizce bekliyorlar.
Ev yerleştirmekle geçiyor günümüz.
Gün guruba kayınca soylu ve sevdalı gün batımında bir tepeden önceki gün veda ettiğim şehre bakıyorum.
Uçlarından tutuşmuş alevli turuncu bulutlar, acılardan ve ayrılıklardan yorgun yüreğim gibi yanıyor.
Her yer ayrılık kokuyor.
Suların sesi ayrılık fısıldıyor.
Güneşin son kızıllığında tutuşan mavi suların üzerinde bir mendil gibi sallanıyor ayrılık.
Ülkeleri birbirine bağlayan köprünün üzerinden arabalar, trenler geçiyor.
O köprü bana ayrılık türküleri söylüyor.
O türküler, saçlarımdan önce, gönlümü tutuşturuyor.
Güneş ışıklarının bolca döküldüğü denizin üzerindeki ışıklı yol gözlerimin önünde guruba doğru uzayıp gidiyor. Işıkla suyun parıltılı dansını seyrediyorum.
Kuzey Denizi’nde kendi içinden taşan, yükselen ve yamaçlara yayılan tatlı bir aydınlık hâkim.
Sanki Harun’un kardeşi Musa’nın Hızır’la yolculuğa çıktığı yerdeyim.
Hazreti Yunus uçsuz-bucaksız bir deniz gibi olan gözleri ile gün batımına bakıyor.
Gurbet içre gurbet yaşadığım o yerde zarif insan Fikret Sönmez Ağabey’in mesajı düşüyor telefonuma.
“Bugün Üstadım Efendim Bediüzzaman’ın ruhunun ufkuna yürüdüğü gün, bir Yasin lütfeder misiniz?”
Fikret Ağabey’in bu mesajı beni benden alıyor.
Benimki de gurbet mi, diyorum.
Ömürleri hep gurbetlerde, sürgünlerde geçmiş. Doğdukları toprakları, akrabalarını bir daha görememişler. Barla dağlarında, memleket zindanlarında, cami pencerelerinde, Tahta Kulübelerde, çeşme başını bekleyen ulu çınarların, bir dağ başını bekleyen katran ağacının dalları arasındaki gökyüzü mescitlerinde, gurbet diyarlarında geçmiş ömürleri.
Üstad ve Hocaefendi, tıpkı Mevlâna ve Şems gibi iki müstaid fıtrat, okyanuslar gibi birbirlerine boşalarak, kandiller gibi birbirini tutuşturarak ve ele ele vererek ışıktan tepelere doğru yürümüşler.
Karanlıkta kimse kalmasın diye kendileri bir çıra gibi cayır cayır yanmışlar ama yaşadıkları asırları aydınlatmışlar. Ağustos böcekleri gibi çatlayıncaya kadar avazelerini salmışlar âleme ama geride muhteşem bir yaz bırakmışlar.
Her ikisine de minnet duyguları ile doluyorum.
Hakları ödenmez diye düşünüyorum.
İnsanlık için bir ömür boyu öyle yanmışlar ki yanacak yerleri kalmamış; adeta kül olmuşlar. Küllerinden insanlık yeniden doğmuş. Hazan vurgunu güller yeniden yediverenlere dönmüş.
Kara-buza aldırmadan hep gül yetiştirme sevdalarından dolayı da ömürleri hep sürgünlerde geçmiş.
2004 yılındaki Amerika Abant Toplantısı’ndan sonra bazı bilim adamları ve gazetecilerle Hocaefendi’yi ziyarete gidişimizi bugün gibi hatırlıyorum.
Hocaefendi, Türkiye’de iken sık sık görüştüğü vefalı dostları karşısında görünce çok seviniyor. Yere göğe sığdıramıyor onları.
O gün, sanki 28 Şubat fırtınası dinmiş, o eski güzel günler geri gelmişti. Tıpkı İstanbul Altunizade’deki gibi edalı bir buluşmaya sahne oldu gurbet diyarındaki mekân…
Bir gazeteci bu tarihi ziyareti köşesine taşımıştı.
“Fethullah Gülen ile en son 1998’de görüşmüş olmalıyız. Dile kolay yedi yıl geçmiş.
Bunca zaman sonra bir araya gelmemizden çok mutlu oldum. Sanki içimizden “28 Şubat sürecine paydos” diye avazımız çıktığı kadar bağırmışız gibi hissettiğim için de…
Akşam yemeğinden sonra yukarı salona çıktık. Çaylar eşliğinde sohbet. “Eski günlerdeki” gibiydi. Türkiye’de arada bir öyle yapmaz mıydık?
Unutmayın, bu basit, sade, utangaç insan, St. Petersburg’dan Yemen’e, Japonya’dan Endonezya’ya, Makedonya’dan Avustralya’ya Türkiye’nin ve Müslüman kimliğin yüz akı yedi yüz okulun, bunların arkasındaki binlerce “meçhul asker”in emeğinin ilham kaynağı. Türkiye’nin dünya çapındaki en etkili, en saygın değerlerinden biri.”
Aynı gazeteci, “Hocam! Türkiye’yi çok özlüyor musunuz?” diye soruyor.
“Çayından kahvesine… Türkiye’nin her şeyini özledim.” dedi Hocaefendi. “Yol boylarındaki kahvehaneleri bile, insanımızın saf duru düşüncelerini, çehrelerindeki tebessümlerine kadar, kendi giysilerine kadar… Buraların her şeyi bana anlamsız geliyor. Ben kendi kültürümün çocuğuyum. Ama Türkiye için bu kadar ıstırap çekmeye değer.
Gözlerimi yummuş Türkiye’yi düşlüyorum.
Yer yer ümitlerin, inkisarların, sevinçlerin, tasaların, zaferlerin, sarsıntıların nöbetleşe birbirini takip ettiği, fakat daha çok da baharı, yazı, sonbaharı ve kışıyla hep güzellikler içinde salınan nazlı Türkiye’yi, aydınlık Türkiye’yi.
Bazen Türkiye’yi dinlerken, her şey o kadar neşe olup çağlar ki insan, ruhunu saran bu uğultuların tedaileri ile asırlar öncesini ve asırlar sonrasını aynı anda duyabilir.
İnsan Türkiye’yi dinlerken, bazen her şeyi ırmakların çağıltısı, ormanların uğultusu, kuşların cıvıltısı ve bülbüllerin sesi gibi dinler.
Üç Şerefeli Camii’n penceresini ve tahta kulübemi özlüyorum.
Ne kadar özlüyorum o kulübeyi bilemezsiniz. Üç Şerefeli Camii’n o penceresinde yattım. Gündüz oraya gidip bir saat yatayım. Kestanepazarı, Tahta Kulübe, Üç Şerefeli belki gençliğimde önemli izler bıraktığından unutamam onları. Tahta kulübemi tekrar isterim. O cıvıl cıvıl sesleri özlüyorum.
Ne zaman yalnızlığım ve gurbetim aklıma gelse, Barla dağları çeker beni kendine. Orada bir garip görürüm hayalen. Yalnız bir adamın silueti belirir zihnimde. Garibâne dağlarda, ağaçların hüzünlü hışırtıları arasında, tek başına, sessiz, kimsesiz iki-üç ay dolaşan, yirmi günde bir, sadece bir-iki misafirden başkasını göremeyen, ara sıra hasbihal ettiği dağcılara bile bazen haftalarca hasret kalan o dava adamının, ‘Yâ Rab! Garibim, kimsesizim, zayıfım, hastayım’ sesleri uğuldar kulaklarımda.
İşte bu sesler, bu yanık nağmeler, bütün yalnızlıklarımı unutturur bana ve kendi nefsime döner, “Ey Fetih, sen garip değilsin; seninle ağlayıp seninle gülen kardeşlerin varken sen gurbette sayılmazsın. Eğer garip görmek istiyorsan Barla dağlarındaki şu yalnız adama bak! Türkiye’yi destekleyin, dünyadan kopmuş bir Türkiye’nin ayakta kalması mümkün değildir. Bir gün dilime kilit vursalar elimle ayağımla bunları anlatacağım.
Herkesin dünyadan bir beklentisi vardır. Kiminin güzel bir ev, kiminin makam, kiminin para, benimkisi kesintisiz iki saat uyku…”
Bu sözler karşısında hepimiz çok duygulanıyoruz.
Hocaefendi’nin küçük odasında boydan boya serili bir hasır var. Tıpkı İstanbul’daki gibi.
Halının değil hasırın üzerinde ölmek istediğini söylüyor.
Gidenlerin arkasından uzun uzun bakıyor, gurbet penceresinden el sallıyor.
Sonra kanepeye çöküyor bir başına. Başını gömerek ellerinin arasına;
“Gelirler bir bir,
Giderler bir bir,
Kalır burada yine bir. Diyor, dipsiz hüzünlere dalıyor.
Gurbetteki bu hazin sahnelere birkaç gün şahit oluyoruz.
Sonraki günlerde Gürkan Vural kardeşim Hocaefendi’nin gurbette yazdığı şiirleri Ahmet Hatiboğlu gibi değerli ustalara besteletiyor. Ahmet Özhan, Ertuğrul Erkişi gibi değerli sanatçılar yorumluyorlar. Evlerde, arabalarda “Hüzünlü Gurbet” türküleri dinlenmeye başlıyor. Okyanus ötesinden gelen hüzün rüzgarları bütün Anadolu’yu sarıyor.
Fakat bütün bu besteler, türküler gurbeti bitirmediği gibi artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu günlerde ise başta memleketimizin hapishaneleri olmak üzere bütün dünyayı bir hüzünlü gurbet sarıyor.
Bugün benim gurbetteki ilk günüm…
Daha doğrusu gurbet içre gurbetteki ilk günüm…
Soylu bir gün batımında veda ettiğim şehre bakıyorum.
Uçlarından tutuşmuş alevli kızıl bulutlar, acılardan ve ayrılıklardan tutuşmuş kalbim gibi yanıyor.
Her yer ayrılık kokuyor.
Güneş alevden atına binmiş dört nala guruba koşuyor.
Karşımdaki suların sesi kalbime ayrılık fısıldıyor.
Gurbet, güneşin son kızıllığında tutuşan mavi suların üzerinde bir mendil gibi sallanıyor.