Gülpembe
Sen gülünce güller açar, gülpembe
Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik, gülpembe
Sen gelince bahar gelir, gülpembe.
Yine gece yine soğuk… Güler yüzlü insanlar ülkesinden gelmiş güzel insanlara doğru gidiyoruz. Nazım Hikmet’in “Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum” dediği gibi kar bize kutuplarda üşüyen kardeşlerimizi hatırlatıyor. Aşkın, arınmanın ve umudun sembolü olan kar izlerinin peşine düşüyoruz. Kar ve gece bizi Tahsin ve Nesibe hanımının evine taşıyor. Tayland’dan gelmişler bu Karlar Ülkesine. Artı 40’lardan eksi 40’lara hicret etmişler. Tahsin Bey elektrik-elektronik mühendisi. Nesibe Hanım matematik öğretmeni. Bir de Asude adında sevimli kızları var, sanki gökten inmiş bir melek…
Kilise okulunda dil öğreniyorlar. Evi olmayanlara ev de veriyormuş kilise yönetimi. Onlara da güzel bir de ev vermiş. Evleri dil okulunun bahçesinde. İki katlı. Üst katta iki oda, alt katta salon ve mutfak yer alıyor. İnsanoğluna merhamet kadar yakışan bir şey yok. Diline, dinine, rengine, ırkına bakmaksızın onca acıların arasından çıkarak gelmiş bir insanlara kapılarını açmak yüce Yaratıcımız tarafından ahirette karşılıksız bırakılmayacak bir erdem, bir yücelik. Nesibe hanımlara da hem dil pratiğini geliştirmek hem de onları yalnızlık duygusundan kurtarmak için bir kardeş aile vermiş kilise. Birbirlerine gidip geliyorlarmış. “Bu bize çok iyi geldi” diyor Nesibe Hanım. Gurbette bir dost yalnızlık duvarlarını paramparça eder, sizi kafeslerden, kâbuslardan kurtarır, size nefes olur, sırtınızdaki yükü alır.
“Tayland’ı özlüyor musunuz” diyoruz. Tahsin beyden önce Nesibe Hanım söze giriyor, “Çok hem de çok özlüyoruz” diyor. Süreçten dolayı oradan ayrılmak zorunda kaldık. Yoksa hiç ama hiç ayrılmak istemezdik. Ülkemizdeki iktidarın uzun kolları oraya kadar uzandı. Okullardan ve öğrencilerden ayrılmak çok zor oldu. Tay yengeler ve damatlar okulları götürüyorlar. Okullarımızın başarısı çok güzel. Benim ailem Yugoslav göçmeni. Babam 33 yaşında kalp krizinden vefat ettiğinde ben daha çok küçükmüşüm, babamı hatırlamıyorum. Üç kız kardeşiz. Annem bizi büyütmek için bir daha hiç evlenmedi. Ablam, üniversiteyi Konya’da okudu. Birgün eve geldiğinde bir baktık bambaşka biri olmuş çıkmış. Başını örtmüş, namazını kılıyor, namazlardan sonra tesbihat yapıyordu. Bizde Müslümandık ama namazla, niyazla alakamız yoktu. Bu durum bizim ailenin çok hoşuna gitti. İçimizdeki tohumlar çatladı, filize durdu. Ablamı çok seviyorduk. Etkilendik. Annem de sevdi Hizmeti. Ailecek hizmete girdik. Sürekli tesbihat yapıyorduk ama niye yaptığımızı bilmiyorduk. Üniversite hazırlık dershanesine gittim. Öğretmen ablalar benimle ilgilemeye başladı. Sınıfta herkesle ilgileniyorlardı. Kız dershanesi olduğu için öğretmenlerimizin hepsi bayandı. Bir gün bayan öğretmenimiz gelmeyince boş geçmesin diye dersimize bir erkek öğretmen girdi. Onun sınıftaki edeb ve adabı hepimizin çok hoşuna gitti. Sınıf Züleyhalarla dolu olsa da karşımızda tepeden tırnağa iffet kesilmiş bir Yusuf vardı sanki. Üniversitede İngilizce-matematik okudum. Mezun olunca Bosna’ya tayinim çıktı. Öğretmenlik formasyonu almak için Hacettepe’de 5 ay kurs aldım. Kurs bitiminde, Tayland’da ihtiyaç varmış oraya gider misin” dediler. Tayland çok uzaktı. Annemi, kardeşlerimi çok seviyordum. Bosna yakın gelir giderim, diye düşünmüştüm. Ben onlarsız nasıl yapardım. O yıllarda üniversiteyi bitiren her gencin hayalî yurt dışına gitmekti.
Önden Giden Atlılar yollardaydı. Tozlu- dumanlı yollarda toynak sesleri duyuluyordu. Yürekler kıpır kıpırdı. İçimizde büyük bir coşku vardı. 2011 Yazında İstanbul’dan Bangkok’a giden uçak benimle birlikte yedi bekâr kız arkadaşımı da alarak havalandı. Mehlika Sultana âşık yedi genç gibi uçtuk güler yüzlü insanlar ülkesine. Filmlere mekân olmuş tropikal adaları, her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği 400’den fazla Budist tapınağı, çarpıcı güzellikte doğası, renkli kültürü, kültürel geçmişinden aşılanmış misafirperverliği ile Uzak-Doğu Asya’nın parlayan yıldızı olarak buldum Tayland’ı. Tropikal iklimi, inanılmaz güzellikte egzotik adaları ve çarpıcı doğası, turkuaz renkli kristal berraklığındaki beyaz kumlu plajları, renkli Tay kültürü ile baş döndürücü bir güzelliğe sahipti. Ama beni cezbeden bunlar değildi. Okulum ve öğrencilerimdi. Öğrencilerle olmak çok güzeldi. Daha ilk yıl Tayca konuşmaya başladım. Çocuklar Türk öğretmenleri çok sevdi. Biz de onları sevdik. Gece yarılarına kadar yatılı öğrencilerle birlikte oluyor sohbetler ediyorduk. Hiç bitmesini istemediğim yaz rüyaları gibi olan o sohbetleri çok özlüyorum. Bütün hayalim bir gün yine oradaki öğrencilerime kavuşmak.
Tahsin Bey Çen May şehrindeki Fatih Koleji‘nde görev yapıyormuş. Genel Müdürümüz Zafer Bey bizi tanıştırdı. Evlendik. “Çen May” adını duyunca hayalim yıllar öncesine gidiyor birden. Sanki dalgalı bir denize bakan gül bahçesindeyim. Bir zamanlar hemen her gün uğradığım, aşinası olduğum bu sihirli mekânı uzaklardan hayal etmek bile aklımı başımdan almaya yetiyor. Sahipleri bir yerlere gitmiş olsa da kutup yıldızının kendine yuva edindiği bu hazin mekânda eşyaların her biri yerli yerinde duruyor. Bütün eşyada hüzünlü bir gülümseme var. Eşyaların ruhunun beni çağırdığını anlıyorum. Shakespeare, “tam bir sessizlik en tatlı bir musikidir.” Sözünü hatırlıyorum. Burada sükûtun uyanmasını istemeyen derinden çok derinden gelen bir müzik duyuluyordu. Bütün ağaçlar, çiçekler, koltuklar kanepeler, ışıklarla derinleştirilmiş tablolar hep birlikte ayrılık senfonisini çalıyordu.
“Bizim iller sensiz, bizim iller ıssız” Gözüme ilişen her bir eşya her bir nesne bana derin bir hüzün veriyor. Yüreğim bir yanardağ gibi. Ateşe düşmüş bir yaprak gibi kavruluyor. Mehtap görünen her şeyi yumuşatıyor, hülyalaştırıyor, güzelleştiriyor. Hatıralar, göklere fırlatılan havai fişekler gibi salkım salkım dökülüyor. Kökleri ahirete varan hisli, içli, yüksek ve güzel serviler kendilerini mevsimin melaline bırakmışlar. Burası Hizmet hareketinin hatıralar müzesi….
Bu kutlu mekânın her köşesi, bana kutup yıldızını hatırlatan işaretlerle parlıyor. Bir zamanlar burası melekler evi gibiydi. Duvarlarda ışıklarla derinleştirilmiş dünya haritası, Istırap Şiiri, Mescid-i Aksa, Medine’nin Gülü, Şemail-i Şerif tabloları. Minyatür tabiat parkı gibi olan kapalı terastaki Kutup yıldızının koltuğu boş duruyor. Sanki sahibi hemen gelecek ve boş duran koltuğuna oturuverecek gibi bir hâl var. Daha birkaç sene öncesine kadar zaman âdeta berrak bir su gibi akıyordu bu ıssız mekânda.
Hocaefendi‘nin arkasında Hüzzam Kur’anlarla kılınıyordu namazlar… Misafirlerin biri gelir diğeri gidiyordu. Bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları, parti genel başkanları, patrikler, Metropolitler, basın mensupları, sanatçılar, bilim adamları, din adamları, iş adamları ile dolup taşıyordu. Bu kutlu kattan; el öperek, alınlarından öpülerek, sırtları sıvazlanarak, gözlerde irileşen yaşlar silinerek nice yiğitler salınıyordu ülkelere.
Bir anda büyük salonun kapısı açılıyor ve Barış Manço ile İhsan Kalkavan Gülpembe eşliğinde giriyorlar içeriye. Hocaefendi ayakta karşılıyor onları. Barış Manço, teatral tarzıyla başlıyor anlatmaya… “Tayland’ın Çen May şehrinde çekimlerden dolayı tutuklanıp hapse atıldık. Bize geçmiş olsun demeye dört tane delikanlı geldi. Allah’ın Tayland’ında oranın Artvin’i olan bir şehirden, dört delikanlı! “Siz kimsiniz” dedim. “Bizler buradaki Fatih Koleji’ndeniz…” Dedikleri anda benim itikadım sarsıldı. “Bir dakika bir dakika” dedim. “Burası Tayland… Tayland’da sınır bir şehir, n’apıyorsunuz?” dedim. “Öğrencilerimize burada Türkçe eğitim veriyoruz” demezler mi? “Allah Allah! Aklıma mukayyet ol Ya Rabbi!” dedim. Bu bir örnek sadece… Bunu iki binle çarpın. Ben bunları görüyorum. Kuala Lumpur’dan Manila’ya kadar, Kopenhag’da da var, Londra’da da var, bu harika bir eğitim seferberliği ve bunlar birer yansıması.
Çok enteresandır, bazı yerlere herhalde ayağını ilk basan Türk benim diye gururlanırken, bir de bakıyorum ki Türk bayrağı, Türk Okulu! Şaşırıyorum. Yani buralara ilk defa gelen Türk gibi övünürken orada okulları görünce aklımı oynatasım geliyor. Hocaefendi! Buna nasıl muvaffak oldunuz? “Bütün bunlar Allah’tan” diyor Hocaefendi.
Barış Manço bu defa da Türkmenistan yaşadıklarını anlatmaya başlıyor. “Bir Akşam vakti Türkmenistan’da bir otelin lobisinde oturuyordum. İhsan Kalkavan Bey çıktı geldi. ‘Haydi, bir okula gidelim bu çocuklar seni çok sever, görsünler, heyecan duyarlar.’ “Ya İhsan, gidelim ama benim uçağa yetişmem gerek.” dedim. “Ben seni yetiştireceğim, gel gidelim, yolumuz zaten havaalanı yolu üzerinde, çocuklar seni bir görsün yeter.” dedi. Okula vardık. Bir sarılma kucaklaşma oldu. “Ya ne olur çocukları çağırın da gelsinler Barış’ı görsünler” dedi İhsan. Çünkü akşamdı ve orada bulunanlar yatılı talebelerdi. Biraz sonra pırıl pırıl Türkmen talebeler geldi. Bize minik bir konser bile verdiler. Benim bir sürü parçamı seslendirdiler. Gülpembe’yi okumaya başladıklarında, hüngür hüngür ağlamaya başladım; “Ya İhsan! Bunları ben böyle okuyamıyorum bu nasıl iş?” dedim. Ve benim oraya geleceğimden hiç kimsenin haberi yoktu. Ve öyle bir durum oldu ki İhsan, “Barış hadi uçağa geç kalıyorsun, seni yetiştireyim” dediğinde; “Ya giderse gitsin, ben yarın giderim seninle” dedim. O kadar duygulandım, o kadar keyif aldım… ” Dalgalı bir denize bakan gül bahçesindeyim. Düşte miyim, uyanıkta hülyalı bir düşüncede miyim ben de bilmiyorum.
Hocaefendi anlatılanları duygulanarak dinliyor, bazen gözleri doluyor, bazen göz pınarlarından taşan gözyaşlarını eliyle siliyor. Bir zamanlar, ışıktan iklimiyle herkese bağrını açan, her dem ruhaniyet yağmurlarıyla yıkanan bu ulvi mekân, başına neler geleceğini bilmeden sabırla beklerken; ağaçlar, çiçekler, koltuklar, kanepeler, duvarlardaki ışıklı levhalar, her bir nesne her bir eşya hep birlikte ayrılık senfonisini daha yüksek sesle söylemeye başlıyorlar.
“Güz yağmurlarıyla bir gün göçüp gittin; İnanamadık Gülpembe. Bizim iller sessiz, bizim iller sensiz Olamadı Gülpembe”