Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta
Baba katiliyle baban bir safta
Bir kutsal gecede yürüyoruz kuzeyin karlı- buzlu yollarında. Lapa lapa yağan kar her bir şeyin üzerini yavaş yavaş örtse de kış, kendi saltanatını yavaş yavaş kaybediyor. Bahar, kapıları zorluyor. Baharın en güçlü müjdecileri olan kardelenler başlarını çoktan çıkarmışlar beyaz örtünün altından. İnsanlık baharının en güçlü müjdecisi olan Beraat Kandili de bu yıl baharla birlikte geliyor. Nedense, Beraat Gecesi ile Kadir Gecesi arasında gizliden bir yol var gibi gelir bana. Birinde insanlığı karanlıklardan kurtaracak olan Kur’an toptan Dünya semasına indiriliyor, diğerinde vahyin ilk ışıkları Hira-Nur Dağı’nın üzerine dökülüyor.
Kardelenlerin baharı haykırdığı yollardan geçerek iki katlı bir evin önünde duruyoruz. Mehmet Bey iki sevimli evladı ile karşılıyor bizi. Uzak Doğu’dan gelmişler buraya. Köyde bulgur kaynatma mevsiminde dünyaya gelmiş Mehmet Bey. “Benim doğduğum gün dışarda buhar buhar bulgur kazanları kaynıyormuş.” diyor. 1990’lardaki Önden Giden Atlılar’ın destansı koşularından etkilenmiş. Daha 17 yaşında Pakistan’a gitmiş. “İdealist her genç için yurt dışı bir hayal, bir sevda idi o günlerde.” diyor. İlkin bir perşembe günü ayrılmış ülkesinden. Annesi arkasından çok ağlamış. Her perşembeyi kendine yas günü ilan etmiş. Pakistan’da çalışırken tayini bu defa Arnavutluk’a çıkmış. Dokuz sene de orada çalışmış. 2009’da bu defa tayini İstanbul’a çıkmış. İlahiyat Akademisi’nde Din Sosyolojisi hocası olarak görev yapmış. Filipinler’de ihtiyaç var denilince, bu defa da Uzak Doğu’ya gitmiş. Babası yıllardır ayrı kaldığı oğlunun uzaklara gitmesine pek razı olmamış. Fakat bir hafta sonra 15 Temmuz darbesi olunca “İyi ki gitmiş!” diye sevinmiş. Mehmet Bey, Uşaklı benim de hemşerim. Çağımızı en iyi okuyabilen alimlerden biri olan Ali Ünal Hoca’nın oğlu. Öyle olunca da sohbet daha çok bu mümtaz babanın etrafında dönüyor.
“Biz Uşak- Eşme’nin Dereköyü’ndeniz.” diyor Mehmet Bey. “Babam, üniversiteyi derece yaparak kazanmış dâhi bir köy çocuğu. İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı birincilikle bitirmiş. Ama nasıl öğrenmişse öğrenmiş çok iyi derecede Arapça ve Farsça da biliyor. Allah vergisi fotoğrafik hafızasıyla İslami literatüre, sadece Sünni değil Şii literatüre de hâkim. 1970’li yıllarda önde gelen bir İslamcı aydınmış babam. Köyümüze minibüs minibüs ziyaretçi gelirmiş. Dinleyip giderlermiş. “Mekke – Rasullerin Yolu” kitabı o yıllarda İslamcı gençlik arasında çok popülermiş. Sonra İran devrimi oluyor. Gençlik İran rüzgarının peşine takılıyor. O yıllarda İran’a gidiyor babam. Bir müddet Humeyni’nin yanında kalıyor, onu gözlemliyor. 1980 sonrası tercüman olarak İstanbul İran Başkonsolosluğu’nda çalışmaya başlıyor. Humeyni’de gördüğü duruluğu takipçilerinde göremiyor. İnkisarla oradan ayrılıyor.
Dünyevi bir beklentisi olsa daha o yıllarda pek çok İslamcıdan önce geniş imkanlara kavuşabilirmiş. Fakat öyle bir hedefi olmamış babamın. Bizim şimdilerde gerçek yüzlerini gördüğümüz İslamcıları daha o yıllarda tanımış ve tiksinerek uzaklaşmış. Bildiğim kadarıyla defterinde sevip değer verdiği samimi İslamcı olarak sadece Ali Bulaç kalmış. O yıllarda vaaz kasetlerini dinleyince Hocaefendi’yi merak ediyor, kendisiyle tanışmak istiyor. Manisa’ya vaaza geleceğini duyunca yola çıkıyor, saatlerce yol kenarında bekliyor. Nihayet aradığı insanı ve insanları buluyor.
90 kadar kendi yazdığı kitabı var
Babam çok çalışkan bir insandı. Bu kadar çalışma azmine sahip başka bir insan görmedim. Müthiş bir hafızası vardı. Bilgisayarın başına oturur, namaz arası hariç aralıksız 10-15 saat çalışırdı. Günde 18 saat çalıştığı hatta geçtiği çoktur. Eserlerine ve tercümelerine bakılsa bu muazzam emek anlaşılabilir. Gardırobu boş olan babamın kütüphanesi doludur. 90 kadar kendi yazdığı kitabı var. Kitaplarının 30’a yakını başka dillere çevrildi. Üç ciltlik Kur’an Meali başlı başına bir eser zaten. Babamın meali ve kitapları vesilesi ile İslam’a giren pek çok insan biliyorum.
Kur’an Meali’ni yazarken babam 54 yaşlarında falandı. İki yıl gece gündüz uğraştı, çok emek verdi. O vakte kadar babam kambur değildi. Kur’an mealinin üzerine eğile eğile kamburlaştı ve daha sonra artık hep öyle yürümeye başladı. Babamın sırtındaki kamburluk Kur’an-ı Kerim mealinin bir hatırasıdır. Sayfaların üzerine çok eğildiğinden olduğunu düşünmüyorum. Ayetlerin dehşeti karşısında babamın belinin büküldüğünü düşünüyorum.
Babamın hiç evi olmadı. Olmasını da istemezdi zaten. Yıllarca bir apartmanın giriş katında rutubet kokulu bir evde kirada oturduk. Arabası da yoktu. Sahip olduğu tek araç iki tekerli alışveriş arabasıydı. Çamlıca’da semt pazarından alışverişini yapar, çok sade bir hayat sürerdi. Eve çoğu zaman yayan giderdi. Bir arkadaş evine arabayla bıraktığında mutlaka benzin ücretini verirdi. Dışarıda kesinlikle yemek yemezdi. Ne lokanta ne de başka bir yer onun bu adetini değiştirmemişti. Kıt kanaat geçinirdi. Gözü yukarıda değil hep aşağıdaydı.
Zâhit ve âbiddi. Her gece ne kadar ibadet ettiğini bilemem ama en az iki cüz Kur’an okuduğunu söyleyebilirim. Odasının kapısından geçseniz dışarı sızan kısık ses ve yakarışı duyardık. Babama bakan ‘Bu zat Ashab-ı Suffe’den biri ama herhalde yanlışlıkla bu zamana düşmüş.’ diyebilir. Kahkaha attığını hatta sesli güldüğünü hiç hatırlamıyorum. Çoğu zaman mahzundu ve kendisini gördüğünüzde size Allah’ı hatırlatır. Hali ve tavrı bana hep Bediüzzaman Hazretleri’nin aziz talebesi Zübeyr Gündüzalp Ağabey’i tedai ettirir. Ciddiyeti, tevazuu, hüznü, çalışkanlığı… Siması da ona çok benziyor.
2013 Ramazanı idi. Evli olan kız kardeşimin çocuğu olmuştu. Annem yardım için onuna yanına gitti. Babam evde yalnız kalmıştı. ‘Baba sen de bize gel, evde yalnız kalma.’ dedim. Kabul etti. Bir akşam iftar programına gidecekti. Baktım üstü başı iyi değildi. Yanında pek yedek elbise de bulundurmazdı. ‘Baba’ dedim. ‘Üzerindeki gömleği değiştirsek, televizyona çıkacaksın.’ ‘Önemli değil, televizyon zaten eskileri de yeni gösteriyor.’ dedi. Ne zaman onun evdeki gardırobuna baksam gözlerim dolardı. Bir iki gömlek, bir iki pantolon ve ceket. Hemen her gün aynı şeyleri görürsünüz üzerinde. Gittim bir gömlek getirdim. O gömleği Kimse Yok Mu’nun kermesinden almıştım. İkinci el bir gömlekti ama çok güzeldi. Beş liraya almıştım. Giydi, ‘Bu güzelmiş.’ dedi. Baktım pantolonu da ütüsüz ve kırışık. Pantolon getirdim, onu da giydi. ‘Bu da güzelmiş.’ dedi. ‘Oldu olacak ceketi de değişelim.’ dedim. Onu da kabul etti. Kemer gözüme ilişti delikleri genişlemiş eskimişti. Onu da değiştirdik. Babam içi çok düzgün bir insandı. Ama ömründe belki de ilk defa dışı da bu kadar düzgün olmuştu. O elbise ve o gömlekle gitmişti iftar programına. Torunlarını da yanında alıp götürmüştü. Daha sonra anneme memnuniyetini ifade etmiş. ‘Oğlum beni güzelce giydirdi.’ demiş. Babam tutuklandığı gün dünya başımıza yıkıldı. Engelli bir kardeşim olduğu için yurt dışına gitmeyi düşünmemişti. Fakat çemberin de daraldığını biliyordu. Sabah vakti köydeki evden ayrılırken jandarmalar evimizi kuşatıyorlar ve amcamla birlikte ellerine kelepçe vurarak götürüyorlar. Televizyonlarda babamı öyle amcamla birlikte kelepçelenmiş görünce bağrımda fırtınalar koptu. Çağını çok iyi okuyabilmiş bir İslam alimi askerlerin kolları arasında gidiyordu. Ve üzerinde ellerimle sırtına giydirdiğim o beş liralık ikinci el gömlek vardı. Açık mavi yakasız bir gömlek.
İnsanın yüreğinin hıçkırıkla sarsılmasının ne demek olduğunu o an öğrendim. Bugün hala ne zaman o fotoğrafa baksam bağrımda fırtınalar kopuyor ve gözyaşlarıma engel olamıyorum. Zihin engelli bir kız kardeşim var. Dışarı sızdırmazdı fakat ona olan şefkati ve üzüntüsü belini büküyordu. Ayşe’nin engelli dünyasındaki en büyük tesellisi babamdı. Adeta iki arkadaş gibilerdi. Babam çok müzik dinleyen bir insan değildi ama Ayşe’ye müzik kasetleri bulur dinletirdi. Yüzünü güldürmeye çalışırdı.
Her kötülüğü hayal edebiliyorum hatta anlayabiliyorum ama Ayşe gibi bir çocuğu babasından ayırmanın, engelli bir kızı mahzun ve gözü yaşlı bırakmanın vicdansızlığını kavrayamıyorum. Babam hakkaniyet karşısında gözünü budaktan sakınmayan bir insandır. Mahkemede, “Ben, darbecilikle suçlanıyorum. Darbe yapsam ne kazanacağım? Kral mı olacağım? Ki, istemem zaten. Ben, yatakta yatmaktansa toprakta yatmayı, toprakta yatmaktansa sert kayada yatmayı tercih eden bir insanım. Bana değil iki müebbet on müebbet verseniz aynı şeyleri söylemeye devam edeceğim.” diyor.
İşte bu âlim ve fâzıl insanı üç yılı aşkın zamandır yedi köşe yazısı bahane ederek zindanda rehin tutuyorlar. Ahmet Altan, ‘Hapishane insanların hayatını çalıyor. Ben çaldırmam. Ben yazıyorum burada. Benim hayatımı çalamazsınız.’ demişti. Babam da hayatını çaldıracak bir insan değil. Eminim vakit sıkıntısı bile çekiyordur. En son İngilizce tefsirle uğraştığını söylemişti. Bazen telefonla görüşüyoruz, bazen de mektup yazıyor.’’ Misafirlerden birisi “Zindandan Mehmet’e Mektup” diyor. Ve başlıyor Büyük Üstad’ın o şiirini okumaya;
‘Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gündoğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!’
Söz buraya gelince Mehmet Bey’in gözleri doluyor. Biz de onu daha fazla üzmek istemiyoruz. Güzel bir babanın güzel bir evladı ile birlikte olmak bizi mutlu ediyor. Müsaade isteyip ayrılıyoruz. İçinde bulunduğumuz ulu gecelerin, o gecelerde yapılan yürek yakıcı duaların Ali Ünal hocamızın ve bütün Yusufların beraatına vesile olması dileği ile…