Baharla birlikte yine yollardayız. Bahar, vadilerde kazandığı zaferini dağlarda tepelerde de ilan etmeye hazırlanıyor.
Çiçeklerin, böceklerin, kuşların, kelebeklerin şehrayini ile dönüyor bahar.
Bu yıl baharla birlikte Ramazan’ın manevi iklimine de giriyoruz. Ulu günler ve geceler başlıyor. Bahar kokan yollar bizi soylu ve seçkin bir muhacirin kamp evine taşıyor.
Gözleri tıpkı Ramazan geceleri gibi. Sanki dipsiz bir kuyu. Derinleştikçe billurlaşan bir kuyu. Sanki dünyanın bütün güzellikleri o gözlerde toplanmış. Sanki dünyanın bütün hüznü o gözlerde.
Kömür karası gözler her şeyi anlatıyor.
Kelimeler, cümlelere sığmıyor, acılar göğüs kafesini parçalıyor.
“On bir gün aralıksız ağır işkence gördüm diyor. Sanki bedenim bin parçaya bölünmüştü.
Yanı başımızdaki nezarethanede kadınlar vardı. İki de çocuk. Birinin adını duymuştum Musab. Diğerini öğrenemedim.
Toplam on yedi kadındı. Onların seslerini duyabiliyorduk. Sabahları beş sularında emzirilmek için bebekler getiriliyordu.
İşte o an bir toplu feryat kopuyordu kadınların bağrından. Belli ki bebekleri görünce diğerleri de kendi bebeklerini, çocuklarını, sıcak yuvalarını hatırlıyorlardı. Her sabah tekrar ederdi bu hazin sahne. Onlar bir yanda biz bir yanda hıçkırıklarla sarsılırdık.
Hepimiz on bir gün ağır işkence gördük. Ne kaba dayak ne ağır işkence ne bedenimde açılan hiçbir yara çocuklarına ağlayan annelerin feryadı kadar acıtmadı beni.
On bir günün sonunda bir gece yarısı bir çöp torbası gibi attılar bizi sokağa. O günler öyleydi. Kadın-erkek, yaşlı-genç öbek öbek getiriliyor, ağır işkencelerden geçiriliyor ve daha sonra yine tutuklanmak üzere bırakılıyordu. Zira nezarethaneler, koğuşlar balık istifi idi. Savcılar, emniyette ifade almaya başlamışlardı. Sizin ne dediğinizin hiçbir önemi yoktu. Önünüze bir form konuyor ve onu imzalamaya zorlanıyordunuz.
O annelerin çığlıklarını hiç unutamıyorum, ömrümün sonuna kadar da unutamayacağım.
Meriç, başka bir dramdı. Oradan geçmeyenlerin onu bilmesi mümkün değil.
Tam nehri geçerken devriye gezen askerlerin flaşörlerinin yanması, gözlerine far tutulmuş aciz bir tavşan gibi kalakalmanız…
O an heyecandan kalbim patlayacak sandım. Her an ateş edilme korkusu ile sadece koştum. Bilmediğim, tanımadığım, yabancı topraklara doğru koştum. Yapacak başka bir şey yoktu.
Artık yabancısı olduğum topraklardaydım.
İlk karşılaştığım polis arabası beni aldı ve bir karakola götürdü. Burası beş nezarethaneli bir polis karakolu idi. Tam ‘Nereye düştüm Allah’ım!’ dediğim anda sımsıcak bir ses, ‘Kardeşim, hoş geldin!’ dedi. “Biz namazı kıldık. Sen de kılmak istiyorsan şuradan abdest alabilirsin.”
Mustafa Ağabey’in bu müşfik sesini ömrüm boyunca unutmam mümkün değil.
Bu Hizmet, insanların birbirine nasıl değer katabileceğini öğretti bize.
Bu hizmet, hakiki kardeşliğin aynı anneden doğmada değil, duyguda, düşüncede, fikirde bir ve beraber olmada olduğunu öğretti.
Öğrenci yurdunda kalırken Sadreddin Bey adında bir öğretmenimiz vardı. Ben onun yanındaki odada kalıyordum. Geceleri onun bizim için ettiği duaları, hıçkırıkları duyardım. Ben, bir başkasının iyiliği, hidayeti için dua edileceğini, gözyaşı döküleceğini ondan öğrendim.
Bedenimizi bir değil bin parçaya bölseler, bu dava bitmedi bitmeyecek. İşte buralardayız. Bundan sonraki hayatımızı da buralara adayacağız. Tarihin en büyük iyilik hareketinden birine kapılarını açan bu insanlar bunu fazlası ile hak ediyorlar.”
Genç muhacir konuştukça bizi bizden alıyor. “Yeter kardeşim, yeter!” diyoruz.
Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı
Görünmez bir yara acısı çoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı, oy oy”
Gecenin bir vakti genç muhacirin yanından ayrılıyoruz. Ötelerden esintiler taşıyan tatlı bir bahar rüzgârı kutlu günlerin kokularını sürünmüş geziniyor.
Ramazan sevinci doluyor yüreklerimize. “İyi ki geldin ey şehr-i Ramazan!” diyoruz.
Tam da en bunaldığımız, en daraldığımız bir zamanda geldin. Yaralarımızın bizi bitab düşürdüğü bir zamanda geldin.
Kışın kesintisiz hamlelerinden bunaldığımız bir zamanda geldin
Göklerin merhametini, geçmişin tad ve lezzetini getirdin.
Gurbette bir başka hissediyor insan senin gelişini.
Anasız, vatansız…
Her şey hazin…
Ne toplu teravihler, ne hatimler, ne kubbelerden taşan tekbirler…
Oruç tutan insan yüzü gibi aydınlık sokaklar yok buralarda.
Aydınlığı devşire devşire gelen o ezan sesleri duyulmuyor.
Akşama doğru, gün batımlarında gün, güzel gözlerini kızıla boyadığında, sofraların başında, o anlarda iftarın içimize dolan mutluluğunu, mahşerin müstakbel sevincini tam hissedemiyoruz.
İnsan en çok da çocukluk tat ve lezzetlerini unutamıyor.
Çocukluk tatları, hiç büyümeyen içimizdeki o çocuğun yüreğinde hep öylece duruyor.
En güzel tat ve lezzetler en güzel yaşlarda oluyormuş meğer.
Kardeşlerimizle, anne-babamızla birlikte oturduğumuz iftar sofraları, babamızın elimizden tutarak götürdüğü teravih namazları, camide yaptığımız muziplikler hiç ama hiç unutulmuyor.
Her akşam köyün kerpiç evlerinin birinden gelen sıcak katmerlerle şadırvanın başında açtığımız oruçlar, Mehmet Hoca’nın hicaz makamında kıldırdığı teravihler, segâh makamında okunan salavat ve tekbirler, soğuk kış gecelerinde ailecek yaptığımız sahurlar, çocukluğumuzun güzel günleri olarak tadı damağımızda öylece duruyor.
Sanki daha dün gece gördüğüm tatlı bir rüya gibi her şey.
Neredeyse yarım asır geride kalmasına karşın, her bir şey hafızamda hâlâ çok canlı.
Gözlerimi ovuşturarak yataktan doğrulmaya çalıştığım sahurlar.
Anamın “Öteki odada ocak yanıyor oğlum.” sözünün sıcaklığı, bölünmüş sıcak ekmek gibi burnumda tütüyor.
Her Ramazan ben yine o dağlar arasındaki köyüme, çocukluğuma giderim.
Rahmetli babam, türbesine nur inmiş bir derviş gibi sofranın başında bağdaş kurmuş oturuyor gibi gelir bana.
Gaz lambasının loş ışığında, kavut ekmeğiyle sahur yapar; ocakta yanan çalı çırpının çıtırtılı yanışlarına kaptırırım gönlümü.
Yufka yürekli anamın tavana kadar yığdığı yufka ekmekleriyle birlikte ıslatırım hayallerimi.
Ateşe vererek sırtımı, üşüyen ümitlerimi ısıtırım sahurun sıcaklığında.
Üstümüzde asılı duran kışlık sarı kavunların, tavanın koyu gölgelerdeki ışıltılarına gömülür gözlerim…
Rahmetli Aziz Amca’nın okuduğu lahuti sabah ezanları soğuktan büzüşen bedenime, titreyen ruhuma can olur.
Viran evlerin arasındaki o küçük mabetten yükselen ezanla birlikte gökte oluşan maneviyat bulutlarından ruhaniyet yağmurları yağar fukara köyümüzün üzerine.
Gurbet Ramazanları buruk oluyor.
Ama olsun, buna da şükür.
İçimizde buruk da olsa bir huzur var.
Kıpır kıpır.
Bahar naraları duyuluyor her yanda.
‘‘Ramazan senin için nedir?’’ diye sorsalar bana. Ben derim ‘‘Yaralarımızı saran şefkatli bir eldir. Merhamet pınarıdır. Ramazan bizim çocukluğumuzdur. Ramazan hiç unutamadığımız çocukluk tadımız, lezzetimizdir. Umutların gözyaşları ile yeşerdiği bir aydır.’’
Ramazanın, görmemizi sağlayan gözümüzün siyah tabakası gibi geceleri vardır. Kendi içinde derinleşen derinleştikçe billurlaşan geceler. Cennet sabahlarına açılan geceler.
Tâ tan vaktine kadar, “Yok mu dua eden, duasını kabul edeyim!” denilen geceler.
Kör olmuş gözlerimizi aydınlatan nurlu geceler. Merhamet kapılarının sonuna kadar açıldığı, merhamet pınarlarının coştukça coştuğu geceler.
Kısa bir süre olsa da yeniden çocuk olduğumuz, çocuklar kadar masum olduğumuz geceler.
Belki de biz hep çocuktuk, hep çocuk kalacaktık. Gurbetler, gaybubetler, koğuşlar, yaşanan acılar büyüttü bizi. İçimizdeki korkular, yaralar da bizimle birlikte büyüdü.
En güzel günlere eyvallah dediğimiz gibi acıya da kedere de eyvallah diyoruz.
Bizi biz yapan acılardır, bizi biz yapan sevinçlerdir. Bizi biz yapan Ramazanlar, hatimler, sahurlar, teravihler, tekbirlerdir.
Hayat izlerden ibarettir. Önemli olan geride nasıl bir iz bıraktığımızdır. Her mekân her hatıra bir iz bırakır.
Şart mı aynı kaptan yemek, aynı sofrada oturmak? Aynı gök kubbe altında olmak yetmez mi?
Ramazan hangi mevsimde ya da nerede gelirse gelsin onda bambaşka bir iklim var.
O bizim çocukluğumuz, bereket pınarımız, oluk oluk huzur, oluk oluk rahmet.
En içli duaların yapıldığı, en onulmaz yaraların sarıldığı, merhametle sevginin, afla mağfiretin kucaklaştığı kutsal günler.
Ramazan bin bir kilitli sırlı bir hazinedir açmasını bilenler için.
Hicazda güzün yağan yağmura ramazan denirmiş. Yazın tozunu toprağını silip süpürdüğü için.
Sen geldin ya, ey Ramazan!
Mehib yüzlü, hilal kaşlı sevgili…
Yakub’un Yusuf’u beklediği gibi…
Hastanın sabahı beklediği gibi bekledik seni…
Yüreklerimizin yorulduğu, ümitlerimizin solduğu günlerde geldin.
Bizi soracak olursan işte gördüğün gibi…
Kimimiz hapiste, kimimiz sürgünde, kimimiz kara toprakta…
Yüreklerimizdeki hüzün toz-toprağını şefkatli ellerinle silip süpürmen, sen gitmeden bütün kederlerimizin gitmesi, rahmet kapılarının affa, demir kapıların özgürlüğe açılması dileği ile yeniden hoş geldin!
Merhaba, ey merhamet pınarı!