Bir bahar akşamında çakır gözleri, üzerinde binlerce yıldızın oynaştığı uçsuz bucaksız bir denizi andıran değerli dostum Mehmet Yıldız arıyor. “İftar Sevinci programında seninle kutsal beldelerde Ramazan’ı konuşmak istiyorum.” diyor. Galaksimizin yerdeki yıldızlarından biri olan Mehmet Yıldız kardeşimle bir iftar programında birlikte oluyoruz. Canlı yayın sırasında bir ara Kudüs’e bağlanıyoruz. Ekranda esmer güzeli bir genç görünüyor. Dikkatlice bakınca On İki Bin Şamdanlı avluda duran gencin, daha birkaç yıl önce bereketli Filistin topraklarında birlikte koşturduğumuz yiğit Samir’imiz olduğunu fark ediyorum.
Samir, her sabah namazını Mescidi Aksa’da kılan bir yiğit adam. Ekranda kendisi görünse de bir türlü sesini bize duyuramıyor. Tıpkı Kudüs gibi, Mescid-i Aksa gibi, tıpkı binlerce ayakları prangalı Yusuflar gibi… Aksa avlusunda bu yağız delikanlıyı görünce hayallerim yıllar öncesine gidiyor… Bir Ramazan ikindisinde ilkin kutsal Zeytin Dağı’ndan Kudüs’e baktığımız o günlere…
Ufukta asılı duran kış güneşinin son kızıl ışıkları; çil çil kubbeleri, minareleri, kümbetleri, kuleleri, mazgalları aydınlatıyor. Güneş, ufukta batıyor mu yoksa kutsal kentin bağrından yeniden doğuyor mu belli değil. Her taraf ışıl ışıl… Küçük bir kuş sürüsü kanatlarında hangi ağır yükleri taşıdıklarını bilemeden guruba doğru koşuyor. Kudüs’te kanat çırpan kuşlar bile muazzam imgeleri sürüklüyorlar arkalarından. Bir manada hiçbir şey kendi değil. Her şey O’na bir işaret.
Tepelerin yumuşaklığı, servilerin güzelliği, taşların sessizliğiyle bir başka Kudüs; her yere uhrevî bir dinginlik hâkim. Yığınla zamanı sırtlanmış olan şehir bizi çağırıyor. Şehrin ruhu, elimizden tutup gezdiriyor bizi. Kubbetü’s-Sahra’nın altın kubbesi ile birlikte; Aksa avlusundaki irili ufaklı onlarca kubbe, akşamın kan kızıl ışıklarında yıkanıyor.
Osmanlı zamanından kalma mazgallı yüksek duvarların ardında, kadim kentteki kiliselerin ve büyük camilerin kubbeleri seçiliyor. Câmiler, kiliseler, sinagoglar iç içe. Sadece Ortadoğu’nun değil, üç büyük dinin kutsal kabul ettiği Kudüs’te zaman yorumlanabilecek bir kavram olmaktan çıkıyor, ancak yaşayarak duyulacak bir oluşa dönüşüyor.
Akşamın melali çöküyor kutsal kentin üzerine. Zeytin Dağı’nın doğu yakasında, geçmişte göksel bir gazabın yaşandığı uzaklardaki Lût Gölü’nde gölgeler gittikçe koyulaşıyor, akşamın melali kızıl bir kefen gibi örtülüyor gölün üzerine. Kudüs sabırlı bir anne gibi bıkmadan usanmadan kendi manifestosunu okuyor;
– Ben Kudüs’üm…
Benim kubbelerim ve kulelerim sessizdir, utangaçtır… Bu taş yapılar ancak onları dile getiren bir insan sesiyle, ezan sesiyle, çan sesiyle veya şofar sesiyle birleştiklerinde canlanır ve dört bin yıllık hikâyelerini anlatır misâfirlerime. İyi bir rehber bu taşlar için Sûr’a üfleyen bir İsrafil gibidir.
Ben, Allah’ın yerdeki arşıyım…
Mescid-i Aksâ’ya yolculuğu teşvik eden Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelemeyenlere şöyle seslenmiştir: “Mescid-i Aksâ’ya gidemeyenler kandillerine zeytinyağı göndersinler, Mescid-i Aksâ’ya bir şey bağışlayan orada ibâdet etmiş gibi olur.”
Müslümanlar bende, başka hiçbir yerde hissetmeyecekleri farklı şeyler hissederler. Onlar bende hakikati somutlaşmış haliyle duyar ve “semt-i vefa”da olduklarını hissederler. Bir kutsî hadiste Rabbim buyuruyor ki: “Ey Beyt-ül-Makdis, sen benim kutlu cennetimsin; memleketlerim içinde seçkin bir beldesin. Sende yaşayanlar, ancak benden bir rahmet olarak sende yaşarlar; seni terk edenler de ancak benim gazabımdan dolayı seni terk ederler!”
Burada ibâdet edenler semavatın birinci katında ibâdet etmiş gibidir. Burada kılınan bir rekât namaz başka yerlerde kılınan bin rekât namaz sevabı kazandırır. Hani âşıklar, sevgilerini ağaç gövdelerine kazırlar ya; ağaç büyüdükçe yazı da aşkımız da büyüsün diye. Benim âşıklarım da tarih boyunca taşlarıma kazımışlardır aşklarını. Dünyanın hiçbir yerinde taş, bu kadar aşk, bu kadar kıskançlık yansıtmaz. Benim dört bin yıllık geçmişim; Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların sahipliğini taşlara tescil ettirdikleri bir tarihtir.
Çan kuleleri bir bakire Meryem, sinagoglar Rahel ve minareler Râbiat-ül-Adeviyye olduğumu haykırır dururlar. Kitabelere, mezar taşlarına, yazmalara kazınan tarih, “Kudüs bizimdir!” seslenişinin farklı dillerde ifadesinden ibarettir. Burada çan sesleri, ezan sesleri, şofar sesleri birbirine karışır ve hep aynı şarkıyı söylerler; “El Kudsü lena/Kudüs bizim…”
Kutsal şehir kendi manifestosunu okurken gün, geride kızıllıklar bırakarak kayboluyor. Şehrin beyaz taşlı evlerinde ışıklar yanıyor. Kırlar, bahçeler, sessizlik ve dinginlik örtüsüne bürünüyor, önümüzdeki zeytin ağaçlarının dallarında kuşlar akşamın şarkılarını söylüyor. Lâhutî bir koro gibi bütün minareler birbirine sesleniyor, ardından ezan sesleri çan seslerine karışıyor. Ezan, çan ve Ağlama Duvarı’ndan gelen sesler göklerde buluşuyor. Sanki her adımda binlerce yıllık dünya tarihini aynı anda yaşıyoruz.
Mescid-i Aksa’nın avlusuna serili iftar sofralarına oturmuş insanların arasına biz de karışıyoruz. Melekleri imrendirecek muhteşem bir manzaranın tam ortasında buluyoruz kendimizi. On İki Bin Şamdanlı Avlu ana-baba günü. Tarihi avludaki serin selvilerin dalları, zeytin ağaçlarının zümrüt yeşili yaprakları ötelerden gelen gülümsemeleri andıran iftar sevinci ile sağa sola salınıyorlar. Aksa avlusu saf saf meleklerin istilasında. Teravih namazı için On İki Bin Şamdanlı Avlu’daki serin selvilerin altında yerimizi alıyoruz. Yüksek bir terastan bakıyoruz kadim mabede. Yıldızlara çok yakınız. Yeryüzü yıldızları ile gökteki yıldızların arasında bir yerdeyiz. Bahardaki şu şırıltıları gibi tatlı sesli Mescid-i Aksa hafızları teravihi hatimle kıldırıyorlar. Gece yarılarına kadar sürüyor namaz. Filistin’in, Kudüs’ün, Aksa’nın, özgürlüğü için dualar ediliyor.
Gecenin bir vaktinde bu defa da toplu teheccüt namazı başlıyor. Sabaha kadar kirpikleri kapanmıyor kutsal kentin. Kozmik alemin oruca doğrudan etkisi olduğunu pek düşünmemişizdir. Ne de olsa artık zamanın geldiğini yahut apansızın geçişini güneşe, aya, yıldızlara bakarak değil, saatlere bakarak anlıyoruz. Epeyce bir zamandır kozmik evrenle ilişkimiz koptu. En son ne zaman yıldız görmüştük? Şehrin sahte ışıltısı yıldızlardan, göklerin derinliğinden, sonsuzluktan göz kırparcasına parıldayan muhteşem gök atlasından mahrum etti bizi. Göklerle teması kesilen modern şehirlerin ve o şehirlerdeki insanların ötelerle ilişkisinin de anlamını kaybettiği aşikâr.
Kudüs öyle değil… Kudüs, ötelerle irtibatı kopmayan şehirlerden biri. Taş döşeli dar sokaklarda yürürken her an bir yıldız gibi önünüzde yürüyen peygamberin ayak izine rastlamak mümkün. Yıldızlar çok yakın yere. Kendinizi yıldızların arasında hissediyorsunuz. Gökteki yıldızlarla, yerdeki yıldızların buluştuğu yer bu topraklar.
Hz. dem, Kabe’yi inşa ettikten sonra yeryüzünün ikinci mabedini burada inşa etmiş.
Hazreti Nuh’un, tufan sonrası aşure yemeğini Muallak Kayası’nın üzerinde yediği söyleniyor.
Ateş kendisinde yakacak bir şey bulamayınca Hakk’ın Halil’i İbrahim (a.s) alevlerin arasından çıkarak Mescid-i Aksa’nın bulunduğu topraklara gelmiş.
Hazreti Musa, Mısır kendisine dar edildiğinde Kızıldeniz’e kurulan ilahi köprüden geçerek yurt edinmiş bu toprakları.
Hazreti Davut, o yanık, o davudî sesiyle okuduğu mezmurunu, bütün dağlara taşlara, kuşlara bu diyarlarda dinletmiş.
İnsanlardan, cinlerden ve kuşlardan oluşturduğu muhteşem ordularla yeni ülkelere buralardan yürümüş Sultan Süleyman…
Güzeller güzeli Hz Yusuf, bu mabedin hariminde uyurken görmüş; on bir yıldızın, ay ve güneşin kendisine secde ettiğini.
Roma aktüalitesi sürüp giderken, Hz Zekeriya’nın, pak gönlüne, Meryem aracılığı ile gelecek olan Hz.İsa’nın ışığı bu mabedin içinde düşmüş.
Yanında cehennem anıldığında günlerce aç kalan, kendisini çöllere vuran, diriliş ekincisi Yahya Peygamber bu mabedin etrafında yaşamış.
Hazreti Zekeriyya’nın her ne vakit bulunduğu odaya girse hep turfanda cennet meyveleri bulduğu Hazreti Meryem; bir kadın için bütün zamanların en zor imtihanını Mescid-i Aksa’nın etrafında vermiş.
Mekke bir ateş yurdu haline geldiğinde Hakk’ın Habibi, Miracın yer istasyonu olarak burayı tercih etmiş.
Hayatın ölmeye başladığı her dem bir peygamber çıkagelmiş bu kutsal topraklara; çıkagelmiş ve ölümün başladığı yerden bir diriliş başlamış bu kutlu mabedin etrafında.
Her şehrin bir orucu vardır. Bugünlerde Kudüs’ün orucu Mekke’den, Medine’den farklı! Farklı bir gurbet orucu tutuyor Kudüs; yeryüzü sürgünlüğünün orucunu. Hz. İsa nasıl göklere çekildi ise, Hz. Muhammed nasıl göklere buradan yükseldi ise Kudüs’ün göklere açılan, her müminin kalbine çıkan kapısı dikenli tellerle çevrili bu günlerde. Mekke, alem-i İslam’ın aklı, Medine kalbi, Kudüs ayakları deniliyor. Yıllardır ayakları prangalı alem-i İslam’ın. Bu bayram yine Mescid-i Aksa kadar mahzun kalbimiz. Özgürlüğe açılmadı kapılar, özgür değil Yusuflarımız.
‘Bayram nedir?’ diye sorsalar bana, ‘Özgürlük!’ derim. Prangalar çözülmeden hep hazindir Ramazanlar, hep hazindir bayramlar. Yarın yine bayram… Nice Yusuf yavruları boynu bükük babalarını beklerken; Bayramsa bayramınız mübarek olsun…