Yazın sıcaklığını ve içtenliğini gün boyu hissettiğimiz güzel bir hafta sonu… Güneş tepemizde pırıl pırıl. Yakıcı bir yaz sıcaklığından yeşilin serinliğine sığınmış birkaç değerli dostla sohbet ediyoruz. İçlerinden birisi yüreği nasıl yandıysa, neler yaşadıysa “Değer mi?” diyor. ‘‘Bunca acılara, bunca yaşadıklarımıza, hala yaşıyor olduklarımıza değer mi?’’ Bir tek o “Değer mi?” sorusunun içinde kor ateşler yer değiştiriyor, nice acılar o ateş ülkesinin tutuşmuş ormanlarında at koşturuyor sanki…
“Tıpkı Hazreti Yusuf gibi kardeşlerimizin ihanetine uğradık.” diyor. “Linç edildik. Her türlü iftiraya maruz kaldık. Yüz binlercemiz işsiz bırakıldık. Servetlerimiz elimizden alındı. Milyonlarcamız hakkında soruşturma açıldı. Yüz binlerce arkadaşımız tutuklandı, bebekleri ile birlikte hapse atıldı. En acımasız işkencelere maruz kaldı insanlar… Elleri ranzaya kelepçelendiği için dünyaya yeni getirdiği bebeğini kucağına alamayan, yavrusuna süt emziremediği için göğüsleri patlayacak hale gelen anneler, hücrede bir başına doğum yapan kadınlar, okulu ve öğrencisi elinden alınan öğretmenler; kendi ülkesinde parya muamelesi gören, köşe bucak saklanan, ülkesinden kaçarken Meriçlerde can veren, aileleri dağılan, hayalleri yıkılan yığınlar…”
Bazen insan, karşısında hüzünden bir heykel gibi duran insanlara söyleyecek teselli sözü bulmakta zorlanıyor. ‘‘Değer kardeşim, değer.’’ desen bu defa da o sancılı soru geliyor arkasından. “İyi de ne zaman bitecek bu ifritten süreç?” Yüreği yandığı için “Değer mi?” diyen arkadaşımızın elinden tutarak hayalen sürecin başında ziyaret ettiğim kutsal topraklara gidiyoruz. Diğer arkadaşlar da bizimle birlikte geliyorlar. Ebu Kubeys Dağı’nın Kâbe’yi gören yamacına oturuyoruz.
Havada binlerce, yüz binlerce birbirine dolanmış ışık iplikçiyi uçuşuyor. Diklemesine inen güneş ışıkları göz açtırmıyor, sersemletiyor. Bir alev, bir ışık denizinin tam ortasındayız. Nice sonsuz baharları uç veren Güllerin Efendisi’nin (s.a.v) doğduğu mütevazı ev önümüzde. Büyük mutluluklara, büyük musibetlere muhatap olduğu, yüreğinde değişip duran mevsimlerden belli olan kutsal ev gözlerinde binbir bahar ve hazan yer değiştirip duruyor. Bir zamanlar Müslümanlara o korkunç boykotun uygulandığı Ebû Tâlib Mahallesinin başlangıcı burası.
Araplar, “Şi’b-i Ebî Tâlib” diyorlar. Mekke’nin yönetim merkezi olan Darü’n-Nedve, tarihinin en yoğun, en çaresiz toplantılarına ev sahipliği yapıyor. Hayır, imkân yok! Alınan her karar, başvurulan her bitirme operasyonu Müslümanların yeni bir zaferi ile sonuçlanıyor. Sular hep Müslümanların gemisini yüzdürüyor. Görünen ve görünmeyen yer altı ve yer üstü nehirleri İslam denizine boşalıyor.
Çok ateşli tartışmalar sonunda öldürücü bir darbenin kararını alıyorlar. Onları sadece Müslüman olduklarına değil doğduklarına da pişman edecekler. “Tecrid ve tehcir…” Suskunluk, alay ve işkenceler döneminden sonra hepsinden daha soğukkanlı yeni bir işkence yöntemi bu. İktisadi, sosyal, siyasi, ailevi, psikolojik… Her alanda abluka ve boykot. Yaklaşık kırk Kureyş lideri kararlaştırdıkları maddeleri, sözleşme şeklinde yazdırıp mühürlüyorlar. Bu işe bir de kutsiyet vermek için beze sararak, bir yafta gibi Kâbe’nin boynuna asıyorlar.
Öncelikle herkesten safını seçmesini istiyorlar. Sadece Müslümanları değil onları koruyan müşrikleri de düşman ilan ediyorlar. Hâşimoğullarından Ebû Leheb dışında herkes Hazreti Muhammed’in (s.a.s.) yanında yer alıyor. Anlaşma tüm şehre ilan ediliyor: “Müslümanlara ve onları himaye edenlere bir şey satılmayacak ve onlardan bir şey alınmayacak. Akrabalık ilişkileri dâhil her türlü ilişki kesilecek, kız alıp verilmeyecek. Bu maddeler bütün Hâşim oymağı Şi’b-i Ebî Tâlib’de mahvoluncaya dek sürecek.” Anlaşma, sadece Kâbe’nin duvarına değil bir yafta gibi bütün Müslümanların boynuna da asılıyor. Müslümanlar Ebû Tâlib mahallesine göçe zorlanıyor.
Yiğit amca Ebû Tâlib’in gayretleri görülmeye değer. Bazı geceler Peygamberimiz (s.a.v)’in yatağına çocuklarından veya amcaoğullarından birini yatırıyor, O’na kendi yatağını veriyor. Her an bir baskın, kanlı bir suikast olabilir. Başta Ebû Cehil olmak üzere kentin ileri gelenleri, iki dağ arasındaki bu mahallenin giriş ve çıkışlarını kontrol altında tutuyorlar. Bütün ikmal yolları kesiliyor. Esnaf, Müslümanlara bir şey satmaya cesaret edemiyor.
Hac mevsiminde bile azılı müşrikler köşe başlarını tutuyor, “Kim onlara bir şey satacak olursa malını yağma ederiz.” diyerek tüccarları korkutuyor. Ambargo uzadıkça, Müslümanların yanlarında getirdikleri yiyecekler de eriyor. Bu bir nevi soykırım. Müslümanlar, ot, ağaç yaprağı gibi ne bulursa yiyorlar. Yiyeceğin olmadığı bu sürgün diyarında suya hasret giden dudaklardan, göklere yanık nağmeler yükseliyor. Açlıktan kadınların ve çocukların feryatları mahalle dışından duyuluyor, ihtiyarlar ve hastalar gıdasızlıktan sararıp soluyor. Müslümanlar büyük bir sarsıntı geçiriyorlar. Masum çocukların Fâran Dağları’na çarpıp gelen feryat ve figanlarından gözler uykuya hasret. Çocuklar gündüzün sıcağında, gecenin soğuğunda ölüyor.
Güllerin Efendisi (s.a.s.), geceleri çölde namaza durduğunda çocukların ağlayışları, annelerin yürek yakan hıçkırıkları gelip sinesine çarpıyor. Çocuklar açlıktan saatlerce ağlıyor, sonunda yorgun ve bîtab bir halde susarak uyuya kalıyor. Bu ağlama ve yakınma sesleri mahallenin civarından geçen müşriklerin kulağına gidiyor ve onları büyük bir sevince gark ediyor. İnananların başlarındaki, bağırlarındaki saçlar, tel tel değil de tutam tutam ağarıyor. Ebû Kubeys Dağı’nın eteklerindeki bu mahallede Ebû Tâlib’in yakarışları yankılanıyor: “Allah’ım! Bize zulmedenlere, bizi insanlarla görüşmekten mahrum bırakanlara ve hakları olmadığı halde bize saldırıp haksızlık yapanlara karşı sen bize yardım eyle!”
Müşriklerden bazıları bu zulüm ve işkenceden rahatsız oluyor. Abluka altında tutulan yakınlarına birtakım ihtiyaçlarını gizlice ulaştırmaya çalışıyorlar. Hakîm ibn Hizâm onların başını çekiyor. Hazreti Hatice’nin elinde avcunda ne var ne yok hepsi sürgün değirmeninde tükeniyor. Hakîm ibn Hizâm, yine bir gün bir yolunu bulup halası Hazreti Hatice’yi gizlice ziyarete geliyor. Her gelişinde gizli gelmeyi tercih ediyor. Çünkü ne zaman gelmeye kalksa Ebû Cehil’le karşılaşıyor.
Hakîm, halasının çadırına varıyor. Halası yok. Biraz bekliyor. Az sonra halası uzaktan görünüyor. Elinde kuru bir değnek, bir deri bir kemik zar zor yürüyerek tepeye tırmanmaya çalışıyor. Sürgün günlerinde gıdasız kalarak hastalanan Hazreti Hatice annemiz, kırk beş-elli kiloya düşmüş, iki büklüm zor yürüyor. Hakîm çok hisleniyor, kendini tutamıyor. Daha birkaç sene öncesine kadar halası, Mekke halkının ve yaşadığı devrin en zenginidir. O günlerde Mekke’de iki kadının adından sıkça söz edilirdi. Hazreti Hatice ve Ebû Süfyan’ın hanımı Hind. Hazreti Hatice’nin Arap kabileleri arasında dillere destan bir serveti vardı. Bu servet develerden, cins atlardan ve koyunlardan oluşuyordu.
Mekkelilerin ticaret kervanlarının malları yüklenip harekete geçtiğinde, tek başına ticaret malı bütün Kureyş’in malları kadar olurdu. Dört yüz adamı onun ticaret vesair işlerini yürütmekle görevliydi. Bir keresinde Şam’a giden sekiz bin develik Kureyş kervanındaki develerin dört bini ona aitti. Kervanlarının biri Mekke’den Yemen’e doğru yola çıkarken; diğeri Şam’dan gelip Mekke’ye girerdi. Yollarda karşılaşan kervanları birbirini selamlardı. Bu kervanlarda çalışan tüccarları, hizmetçileri, köleleri vardı. Mekke’de binlerce besilik devesi, kırk bini aşkın davarı, külçe külçe altın ve gümüşü vardı.
Halasının geçmiş ihtişamlı günlerini hatırlayan Hakîm, uzaktan halasına doğru yaklaşırken bir taraftan da söyleniyor: “Hey gidi koca Hatice hey! Sen bu hallere düşecek kadın mıydın? Değer miydi? Bir adam uğruna koca bir serveti harcayıp bu hale gelmeye!” Hakim’in “bir adam” dediği kişi Allah’ın Rasulü’dür. Hatice annemiz hafifçe doğruluyor, sesin sahibini görebilmek için çöldeki günbatımında elini alnına siper ederek bakıyor. Yeğeni Hakim’i görüyor; “Hakîm, Hakiiiim! Değil bu harcadığım, bir o kadar servetim daha olsa; yine O’nun uğruna harcardım!”
Elde ve avuçtakiler bir bir tükense de yıllar süren bu acımasız tecrit karşısında hiç kimse zalim boykotçular önünde zillete düşmüyor. Masumiyeti bir zırh gibi geçiriyorlar sırtlarına ve sabrediyorlar. Bir gün Melek Cebrail, Yusuf Sûresi’ni getiriyor. Sûre, Hazreti Yusuf ’un başından geçenleri anlatıyor ve zorluklar karşısında bir müminin, mümince duruşunu resmediyor! Baştan sona sûreyi okuyunca Müslümanlar rahat bir nefes alıyorlar. Yusuf Sûresi’nde anlatılanlar, yaşadıkları hayata ne kadar da benziyordu! Süreyi bilmiyorlardı ama sûreden anladıkları kadarı ile yolun sonu güzeldir. Kör kuyulara atsalar, köle pazarlarında satsalar, iftiraya uğrasalar, zindanlara doldursalar da Rabbimiz bizden razı ise ne gam! Bu günler de geçer! Bir gün zulmün otağını kurduğu diyarlardan gam kervanları da göçer, gider.