Sadece İslam Tarihi ile alakalı bir durum değil, bütün Dinler Tarihi boyunca umerâ yani idareciler, ulemâyı yani hususen din alimlerini güç ve iktidarları için kullanmak istemişlerdir.
Dinden siyaseten faydalanma fikri hiçbir yerde, hiçbir zaman değişmemiştir, Türkiye Cumhuriyeti’nde de…
Diyanet İşleri Başkanlığı ; 1924 tarihinde İslâm Dini inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevlendirilerek, Mustafa Kemal’in emriyle kurulmuştur.
1923’te kurulan Cumhuriyet’in hemen (1924’te) Diyanet İşleri Başkanlığını kurması çok manidardır. Halbuki Kemalist Türkiye’de “vahşi laik” bir sistem uygulanmakta, din ve dindarlar üzerine gidilmektedir.
Hiçbir medeni devlette din işleri, din adamları devlete bağlı değilken, çağdaş olma söylemi ile yola çıkan Türkiye’de niçin diyanet teşkilatı kurulmuş ve devlete bağlanmıştır ? İnsan sormadan duramıyor.
Ben bu soruya cevabı şöyle veriyorum ; Çünkü Kemalist militan laikliğin müslümanları sevk, idare ve kontrol aracı Diyanet Teşkilatı’dır.
Öyle ki camilerimizde Mustafa Kemal adına hutbe okunmaz ama her duâ, her vaâz ve neredeyse her hutbede Mustafa Kemal’e destanlar dizilir, milli ya da dîni bir günde camide Mustafa Kemal’in adını anmazsanız takibata tabi tutulur, yobaz ilan edilirsiniz…
Din ve devlet işlerini ayırdığını söyleyen yobaz Kemalistler, dini tamamen kendi elleri altında tutma gayreti içerisindedirler.
Laik devlette bu teşkilatın başka bir manası olamaz…
O dönemlerde yaşayan Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri dine gelecek tehlikeyi görmüş, önünü almak için elinden gelen her şeyi yapmış, bundan ötürü devletin idaresi altındaki Diyanet Teşkilatı’nı da “Din’e gelecek zararı dörtten bire indirebilir” düşüncesiyle ehvenü’ş-şer olarak kabul etmiş ve Diyanet için dine hizmet yolları tavsiye etmiştir…
Ne yazık ki Diyanet İşleri Başkanlığı muktedirlerin teşkilat üzerindeki tesirini asla kıramamış, her dönemde muktedirlere tabi olmuştur…
Diyânet 9 Temmuz 2018 tarihinde ise Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na yani bizzat Erdoğan’a bağlanmıştır. Zaten kötü olan gidişat bu tarihten sonra kötünün de kötüsü, açıkçası berbat bir hale evrilmiştir ve evrilmeye devam etmektedir.
Ahirzamanda münafıkâne çalışacak ve dine ciddi zarar verecek olan zatın “yetmişbin” taylasanlı alimi olur rivayetleri vardır, ve maalesef bir kısım mühim din alimleri bu rivayetleri devlet idaresi altında (afedersiniz) sustalı maymuna dönmüş Diyanet Teşkilatı benzeri yapıların elemanları ile te’lif etmişlerdir.
Halk arasında yanlış olarak “Din-ayet” olarak telaffuz edilen Diyanet İşleri tam bir siyasi kurum hüvviyetinde çalışmaktadır, din ve ayet ile bağlarını koparmıştır. Artık tam olarak din, ayet ve hadisleri çarpıtma, derinler ve siyasetin emellerine göre dîni söyletme ve alet etme örgütüdür.
Olay sadece bununla kalmamaktadır, üzülerek ifade edeyim ki ülke içinde ve ülke dışında Diyanet imamlarının çoğu rejime çaşıtlık, ajanlık yapmaktadır…
Yurt dışında, çalıştığımız yerlerde arkadaşlarımızı fişleyip, listeleyip MİT’e teslim edenlerin büyük çoğunluğu diyanet temsilcileriydi…
Etrafımızda ışığın etrafında uçuşan kelebekler gibi uçarken, bizleri akrep gibi soktular…
Düşünebiliyor musunuz ? 15 Temmuz Tiyatrosu akşamı olaydan 14 saat evvel camilere “gece selâ okumaları emri” verilmekte ve ülkenin İstihbarat Teşkilatı Başkanı aynı akşam başkasıyla değil Diyanet İşleri Başkanı ile yemek yemektedir…
Hocaefendi bir vaazında “ben Diyanet’in şerefli sarığını başımda taşıyorum” demiş ve içim yumuşamıştı.
Muhtemelen Büyüğümüz’ün emeli Diyanet Camiası’nın şerefle, ihlasla, Kur’an ve İslam’a hizmet etmelerini teşvik ile sağlamaktı…
Ne acıdır ki bütün bunlara rağmen Hocaefendi’nin Türkiye’de en kırgın olduğu organ Diyanet Teşkilatı’dır. En çok kırıldığı an ise bini aşkın Diyanet görevlisinin Erdoğan kendisine “Alim müsvettesi, sahte peygamber” derken diktatörü çılgınca alkışlamalarıdır…
İtiraf ediyorum, ben işte o gün Diyanet’le bütün bağlarımı kopardım ve o günden sonra asla, hiçbir Diyanet imamının arkasında namaz kılmadım…
Hele hele Hizmet’e karşı yayınladıkları iftira, yalan-dolan dolu rapor her şeyin üzerine tüy dikti…
Olmadık saçma sapan fetvalar, siyaset dolu hutbeler, iğrenç meselelerin hiç lüzumsuz yere devamlı gündeme taşınması, hiçbir ilmi derinliği olmayan imam ve vaizlerin camileri doldurması, güzelim dinimize halkın bakışını bulandırıyor.
Her gün yeni yetme bir imam yahut vaiz ağzından tükürükler saçarak insanlığa, insanlara hakaretler ediyor ve güya bunu tertemiz İslam adına yapıyor…
İnsanların Ateizm ve Deizme yönelmelerine başka sebep aramaya lüzum yok, Diyanet Teşkilatı yeter de artar bile.
Düşünebiliyor musunuz ? Öyle bir Diyanet ki zulmen, siyasi sebeblerle vefat etmiş bir insanın cenaze namazının kıldırılmasını yasaklıyor, engelliyor…
Ve okuduğu Kur’an ve dua boğazından aşağı inmeyen namaz kıldırma memurları bu emre motomot uyuyorlar, evet bu günahı işliyorlar…
Tabii ki bütün temsilcileri aynı değil, fakat kurumun ekseri çalışanları maalesef Diyanet’i bütün yönleriyle yokluğa mahkum etmek üzere, dine hizmet etmek yerine açıktan açığa dîne zarar veriyorlar…
Bazen aklıma deli sorular takılıyor “Hukuk siyasetin köpeği ise Diyanet İşleri Başkanlığı siyasetin neyi olur acaba ?”
Söylemek istemiyorum ama siyaseten insanlığa karşı çevrilmiş olan bu kirli silah, eskiden bazı cemaat/tarîkat tabilerinin yaptığı yakıştırma gibi Diyanet değil, tam bir “hıyanet” kurumuna evrilmiş durumda…
Bu bahtsız, güdümlü organizma acilen devlet mekanizmasından çıkarılmalı ve gerçek dindarlar bunu talep etmeliler…
Eğer devlet laik ise, laikliğin hakkı verilerek devlet ve hükümetler dîni siyasete alet etme vesilesi olan bu teşkilatı dağıtmalı, derhal feshetmeli, tüm medeni ülkelerde olduğu gibi ahali ve dindarların, din adamları ve ibadethanelere sahip çıkması sağlanmalı, gerekirse sadece bütün ibadethanelerin cami, sinagog, kilise, cemevi birini diğerinden ayırmadan sadece su, elektrik ve ısınma giderleri karşılanmalı ve bu da tam olarak tarafsız yapılmalı, gerçek laikliğin gereği budur.
Müsâde buyurursanız Bediüzzzaman’ın bir ihtarı ile bitireyim ;
Üstad Bediüzzaman Barla’da sürgündür, o sıkıntılı günlerde en büyük sıkıntıyı Diyanet’e bağlı Eğirdir Müftüsü’nden çeker. Müftünün kardeşi Üstad’ın yakın talebesidir, onun hatırına uzun süre ses çıkarmaz fakat daha sonra “Eğirdir müftüsüne son ihtar” diye bir mektup yazar…
Mektup şöyle bitmektedir ;
“Sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Kardeşim Hakkı Efendi’nin hatırı için ben hakkımı helâl ederim. Fakat bizi istihdam eden ve hizmetine kabul eden Kur’an-ı Hakîm’in darbesinden korkmalı, belki o helâl etmez.”
Ben de izninizle makalemi bu şekilde hitâma erdireyim ;
Ey Diyanet camiası ! Sizi bütün bütün gücendirmemek için kısa kesiyorum. Hakkın hatırı için bazılarımız hakkımızı helâl edebiliriz. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in darbesinden korkmalısınız, belki o hakkını helâl etmez.
Evet, yalancıktan hizmet ettiğinizi söylediğiniz İslam, iman ve Kur’an size hakkını helâl etmez, hiç korkmuyor musunuz ?
Sâhi sizler, ey imam ve müftüler ! Hiç mi, Allah’tan hiç mi korkmuyor sunuz ?
@mansurturgut