Binlerce insan, yüreklerini bir meşale gibi ellerine alarak Strazburg sokaklarında yürüyordu. Gözleri çakmak çakmaktı. Yüreklerindeki ateş gözlerinden taşıyordu. Avrupa’nın ilk özgürlük ateşinin yakıldığı yollardan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin merkezine doğru alevden bir ırmak gibi akıyorlardı. Gökte bulutlar, bir ara hararetlerini hafifletmek için harekete geçtiyse de sonra vazgeçti.
Sessiz çığlıkların sesi olmak için yürüyorlardı. Kendi ülkelerinde parya muamelesi gören masum insanlar, yaşları seksenine dayanmış kanser hastaları, hücreye kapatılan hamile kadınlar, doğumhanede elleri ranzaya kelepçelenen anneler, hapishanelerdeki arkadaşları için yürüyorlardı.
Onlara, “Siz bizim için çok değerlisiniz. Sizi unutmadık!” demek için yürüyorlardı. Kadın-erkek sırtlarına geçirdikleri alev rengi tişörtlerle ışık süvarileri gibiydiler. Gözleri ateş saçıyordu. Yıllardır güneşi görmeyen gözler, yürümeyi demir ranzalar arasında öğrenen bebekler için yürüyorlardı.
Görüş günlerinde “Baba, sen neden oradasın, neden eve gelmiyorsun?” diyen, peçeteye babasının resmini çizen “Babacığım, seni çok özledim!” diyen yavruların sesi olmak için yürüyorlardı. Bir orman yangınından kaçar gibi ülkelerinden kaçarken serin sularda can verenler için yürüyorlardı.
Çok adetleri değildi sokaklarda yürümek. Ama kardeşlerine yapılanlar artık canlarına tak etmişti. Ülkelerinde göz göre göre bir kıyım yaşanıyordu ve kimseden ses çıkmıyordu.
Pencerelerden, balkonlardan herkes akıp giden bu alevden ırmağa bakıyordu. Avrupa’nın ortasında gittikçe çoğalan, gözlerden ve göklerden düşen damlalarla saniye saniye harı artan bu ateş de neyin nesiydi! Bu daha ilk kıvılcımdı. Tarihin akışını değiştiren özgürlük ateşleri hep küçük kıvılcımlarla başlamıştı.
Şiddetsiz eylemlerin öncülerinden olan Gandhi’nin tek başına tutuşturduğu özgürlük ateşi kısa sürede ülkenin her tarafını sarmış ve Hindistan’ı bağımsızlığa taşımıştı. Mandela, sırf halkına özgürlük istediği için 27 yılını tek başına demir parmaklıklar arkasında geçirmişti. Küf kokulu zindanlar onu yıldırmamıştı.
Amerika’daki siyahların özgürlük ateşini Rosa Parks adındaki bir kadının “Kalkmıyorum!” kelimesi ateşlemişti. 1955’in soğuk bir kış günüydü… Afro- Amerikan bir terzi olan Rosa Parks, her zamanki gibi iş çıkışı yine hat otobüsüne koşmuştu. Ön kapıdan ücretini ödeyerek arka kapıdan siyahların bölümüne geçti. Boş bir koltuğa oturdu. Yorgundu… Yorgunluğu çok çalışmaktan değil; aşağılanmaktan, ikinci sınıf muamelesi görmekten, insan yerine konulmamaktandı. O yıllarda siyahlarla beyazlar otobüslerde ayrı kompartmanlarda yolculuk yapmaktaydı. Çabuk davranmazlarsa parayı ödedikleri halde tekrar bininceye kadar otobüs hareket edebilirdi. Beyaz yolcuların fazla olduğu zamanlarda siyahlar otobüsten indirilirdi.
Oksit sarısı belediye otobüsü, şehrin caddelerinde dura-kalka ilerliyordu.
Bir beyaz, önde yer kalmayınca siyahların bölümüne gelerek dörtlü ön koltuğun boşaltılmasını istedi. Alışık oldukları için ön koltukta oturan üç siyah, hiç itiraz etmeden hemen kalktı. Aynı sırada oturan Rosa Parks ise pencere kenarına çekilmekle yetindi.
Beyaz adam, “Kalk!” dedi. “Çok yorgunum, kalkmıyorum.” “Polis çağırırım.” “İstediğinizi yapabilirsiniz.” İşte bu “Kalkmıyorum.” kelimesi siyahlar için bir kıvılcım oldu. İlk durakta polisler karga tulumba indirdiler Rosa’yı. Rosa, ellerini polise uzatırken sanki özgürlüğe uzatırcasına sakindi.
Rosa’nın nezarette olduğunu duyan 26 yaşında bir genç olan Martin Luther King Alabama Eyaleti’nden Montgomery’ye geldi. Uzun tartışmalardan sonra Rosa Parks Olayı’nın bardağı taşıran son damla olduğu kararına varıldı. Böylece King’in öncülüğünde ABD tarihinin ilk sivil itaatsizlik eylemi başlatıldı. Toplu ulaşım araçları boykot edildi. Siyahlar işlerine yaya gidip -gelmeye başladılar. Şehir felç oldu.
Irkçı beyazlar, Rosa Parks’ı ölümle tehdit ettiler. Rosa Parks’ın yaktığı özgürlük ateşi gittikçe büyüdü. Federal Yüksek Mahkeme, 1956’nın son günlerinde otobüslerde ırk ayrımcılığını kaldırdı. 1963’de Washington DC’ de yüz binler yürüdü. Rosa Parks da oradaydı. Yürüyüşün son noktası olan Lincoln Anıtı önünde M. Luther King, bugün bile yürekleri titreten konuşmasını yaptı;
“Bir hayalim var benim. Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkacak. Bir hayalim var benim. Gün gelecek, bir zamanlar köle olanların evlatlarıyla yine bir zamanlar köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde, birlikte kardeşlik sofrasına oturabilecekler. Gün gelecek, dört büyük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerinin yapısına göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşayacaklar. Bizim umudumuzdur bu… Bu umutla Güneye gideceğiz. Bu inançla umutsuzluk dağlarını yontarak bir umut anıtı yapacağız. Ve bunu başardığımızda, her kasabadan ve köyden, her eyaletten ve kentten özgürlük şarkısının yankısını duyduğumuzda, o gün daha da yakın olacak ve Allah’ın bütün kulları siyahlar ve beyazlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Budistler el ele tutuşarak siyahların eski bir ilahisini söyleyecekler.”
Sözlü edebiyatın şaheserleri arasında kabul edilen tarihi konuşma ABD’yi sarstı. Sıcak bir yaz günü olmasına rağmen King’in sözleri, bir bahar esintisi gibi geldi siyahlara. Bağırlarında biriktirdikleri acılarla gettolarına döndüler ama eskisi kadar acımıyordu yürekleri. Washington DC yürüyüşü sonrası Başkan John Kennedy, Martin Luther’i Beyaz Saray’da ağırladı. Konuşmasını takdir etti. Çok istemesine rağmen ırk ayrımına son vermek Kennedy’ye nasip olmadı. Çünkü çok değil, üç ay sonra kasım ayında Dallas’ta bir suikasta kurban gitti.
Siyahların hayali bir başka bahara kalsa da, 1968’de bir suikasta kurban gidinceye kadar Martin Luther King 39 yıllık kısa ömründe ezilenlerin, sömürülenlerin, sırf inancı için hor görülenlerin, sırf derisinin rengi yüzünden dışlananların, hakaretlere maruz kalanların sesi oldu. Tüm baskılara, tehditlere rağmen doğruları savundu. Bugün sıkça örneğini gördüğümüz gibi zoru görünce kıvırmadı, bir köşeye çekilip ‘Bana ne, dünyayı ben mi kurtaracağım!’ sığlığına düşmedi.
1964’de Lyndon Johnson, siyahlarla, beyazların eşit haklara sahip olduklarını açıkladı.
Kamusal alanlarda ırk ayrımcılığına son veren Federal Sivil Haklar Yasası çıkarıldı. Onu çalışma, eğitim, konut ve oy hakkıyla ilgili yasalar izledi. Böylece Rosa Parks’ın tutuşturduğu özgürlük kıvılcımı bütün bir Amerika’ya yayıldı ve bütün siyahlar haklarına kavuştular.
1990 yılında Amerika’ya gelişinde Nelson Mandela’yı karşılayan grubun arasında Rosa Parks da vardı. Kalabalığın arasında Mandela kendisine sarılarak, “Hapiste olduğum yıllar boyunca benim desteğim oldun.” dedi.
Rosa Parks, 2005 sonbaharında vefat ettiğinde Beyaz Saray’ın önünde binlerce kişi, tarihin akışını değiştiren bu kadına karşı son görevlerini yerine getirmek için uzun kuyruklar oluşturdu. Başkan George Bush ve ülkenin önde gelen siyasetçileri sırayla naaşını ziyaret ettiler. Alabamalı bir siyahi olan dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın törende yaptığı konuşma tam bir hakkı teslimdi. “Eğer bu insan zamanında ‘Ben kalkmıyorum!’ demeseydi, bugün ben böylesine önemli bir koltukta oturamazdım.”
2008’de Alabamalı bir siyahi olan Barack Obama’nın Beyaz Saray’daki Başkanlık koltuğuna oturmasında Rosa Parks’ın büyük payı vardı. Bildiğimiz bir şey varsa insanlık tarihi boyunca Rosa Parks, Martin Luther, Mandela, Gandhi gibi inandıkları şeyler uğruna ölümü dahi göze almış pek çok insan gelip geçmiştir. Onların bir hayali vardı. Kendi ülkelerinde insanların özgürce yaşadığı, dini, dili, ırkı, cinsiyeti farklı diye dışlanmadığı, düşündüklerini özgürce ifade edebildikleri bir ülke hayal ediyorlardı.
Bize gelince; biz, umutları ve hayalleri sınır tanımayan kutlu insanlar ülkesinin çocuklarıyız.
“Yaz kardeşim! Bir gün bu kitaplar dünya üniversitelerinde okutulacak.” “İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar… Ümitvar olunuz şu istikbal inkılabatı içinde en gür sada İslam’ın olacak.” diyen insanların ülkesi.
“Asya, benim 13 yaşımdan beri hayalimdi.” “Açın sinenizi, kalmasın dünyada mahzun bir gönül.” “En büyük hayalim Doğu ile Batı’nın kucaklaşması ve insanlığın sonunda da olsa bir bahar yaşaması.” “Eğer bir gün dünyada gidecek yer kalmaz ise Mars’a merdiven kurun.” diyen ve hayalleri ile bütün ufukları kucaklayan kutlu insanlar ülkesinin çocuklarıyız biz.
Bugün dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insan yüreklerinde bu hayallerin ve sevdaların ateşiyle yaşamaktadır. Bir yaz günü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin merkezine doğru alevden bir ırmak gibi akan insanların gözlerinde o ateşi gördüm ben.
Özgürlük ateşini.