AHMET KURUCAN | TR724
Yaklaşık iki yıl önce Samanyolu haber sitesinde haftalık yayınlanan bir yazısı için kendisine text mesajı ile teşekkür ederken, “Kelimelerle dans eden” tabirini kullanmıştım. Gerçekten kelimelerle dans eden bir insan canlanmıştı gözümde çünkü o yazısını okurken. Ele aldığı konunun geçtiği ortamı öyle bir tasvir etmişti ve öyle değerlendirmeler yapmıştı ki, şapka çıkartmıştım o tasvir ve beyan gücüne.
Kimdir bu diyecek olursanız merakınızı hemen gidereyim; Harun Tokak. Edip bir insandır Harun Hocam. Renkli bir kişiliği vardır. Yerinde ve nezaketle yaptığı şakalar onun zekavetinin delilidir. ‘Yanık’ derler bizim memlekette. ‘Yanık’ bir sesi vardır. Türkü söyler zaman zaman o yanık sesiyle ve güftelere yeni bir can verir o ses. Bin defa dinlemiş bile olsanız o eseri, sanki yeniden bestelenmiş gibi bir hisse kapılırsınız. ‘Duyguyu dinleyiciye geçirme diyorlar’ şimdilerde. Güfte ve beste ile bütünleşmekle mümkün olur o duygusallığın geçişi.
Ben ondan dinlediğim her türküde bunu hissettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Sadece türkü mü? Elbette hayır. Kur’an okuyuşunda da hissettim aynı duyguları. Arkasında kıldığım kaç tane cehri namaz varsa hepsinde hissetmişimdir hemen hemen. O bülentâvâz ses ayetlerin mana ve muhtevası ile bütünleşince ve tabii ki oradaki muhteva namaz harici hayatta bir bütün halinde yaşanınca başka türlüsü de olmaz zaten.
Gazete makalelerinde de, o edebi üslubuyla kaleme aldığı romanlarında da aynı şeyleri görebilir ve hissedebilirsiniz. İddiayı sevmem ama bu konuda iddialıyım. “Ben Kudüs, Ben Mekke, Ben Medine” ve üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen hala ciğerlerimizi dağlayan Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının Kerbela’da şehid edilişini konu edindiği “Suya Düşen Kan” romanlarını okuyun, göreceksiniz.
Okurken hikayeyi yaşamak!
“Bu Sevdanın Bedeli” kitabını okurken de öyleydi. Kendimi muhacir ailelerin dramlarını, trajedilerini anlattığı hadiselerin içinde buldum. Saymadım ama bir çok defa ağladım. Hatta kitabı bitirdiğimde, “Caiz mi Hocam! Beni kaç defa ağlattınız diyerek!” elimde bu kitap ile çektiğim fotoğrafımı gönderdim. Hele oğlunun dilinden Ali Ünal’ı anlattığı, “Yakasız Gömlek” yere serdi beni.
M. Ali Şengül Hocamın 1980 darbesinde Bornova polis karakolunda işkenceci polislerin ayaklarını ustura ile kesip tuz basmaları ve kum torbaları ile böbreklerine vurmalarını okuyunca hakim olamadım göz yaşlarıma. Kazan kaldırdı vücudumdaki bütün kıllar. Hepsi ayağa kalktı.
“Gölge yazar” denir literatürde. Hadiseyi yaşayanın ağzından anlatma. Olayın bütün detaylarını öğrendikten sonra onu onun namına kaleme alma. “Ben Kudüs, Ben Mekke ve Ben Medine” kitaplarında da bu üslubu kullanmıştı Harun Hocam. Orada tarihi hadiselere şahitlik etmiş mekanları konuşturuyordu, burada ise insanları. Hadiselerin kahramanlarını, mağdurlarını, mazlumlarını. Çok iyi yapmış.
Bazen kader arkadaşı Hüseyin Kara Hocamla bazen başka dostlarıyla ortak kaderleri Meriç, mağduriyet, mazlumiyet ve çile olan insanlarımızı ziyaret etmiş her hafta. Korona zamanında zoom üzerinden, sair zamanlarda kilometrelerce yol kat ederek evlerinde, kamplarında ayaklarına kadar gitmiş. Çaylarını içmiş, dertlerini dinlemiş, kederlerini ve sevinçlerini paylaşmış. Vefasını göstermiş. Kardeşliğin gereğini yapmış. Sonra da onları kaleme almış ve bizlerle buluşturmuş.
“Acıya yüreğimde yer kalmadı!”
Okuyun derim. Kendinizi onların yerine koyarak okuyun hem de. Biz orada onlar burada olabilirdi deyin. “Acıya yüreğimde yer kalmadı.” diyen ablamız olun. Meriç’in sularında hayatını kaybeden ve hiçbir şey yapamayan insan yerine kendinizi koyun. Uzunca kaldığı hapisten çıkınca gökyüzünde kanatlanıp pervaz eden kuşları görünce, “Anne bak kuşlar uçuyor.” diyen çocuk olun isterseniz.
Ya da 8 yaşındaki bir çocuğun hapishanede babasını ziyaretten sonra annesine söylediği şu söze kulak kesilin: “Ben babamın yüzünü unutmaktan korkuyorum!”
Çocuklarını ve torunlarını uğurlarken dünya gözüyle bir daha göremeyeceğinin bilincinde olan anne-baba, dede-nene olun arzu ederseniz. İnsafın zerresinin bulunmadığı sadist gardiyan ya da işkencesi polislerin tacizlerinin altında yaşayan insan da olabilirsiniz. Onları okurken bir taraftan ölümü hem çok arzu edeceksiniz bir taraftan da insanın ne kadar alçalabileceğinin örneği ile karşılaştığınız için şaşırıp kalacaksınız. Koskoca ülkenin mezar haline geldiğini düşüneceksiniz.
Birilerinin kaçtığı gerçekleri, başka birileri yaşıyor!
Yazıyı bu satırlara kadar okumaya tahammül edebildiyseniz sanırım kitap hakkında zihninizde bir şeyler belirmiştir. Okumanızı tavsiye ederim. Biliyorum bazı insanlar devam edegelen zulümlerden hareketle böylesi gerçekleri dinlemek istemiyorlar. Gerçeklerden kaçmanın bir getirisi yok hiç kimse için. Birilerinin kaçtığı ve var gücüyle kaçmak istediği gerçekleri birileri yaşıyor. Bunun farkına varsak bile yeter.
Kitabın bir başka özelliği de bu kadar dramın ve tradejinin içinde yeşeren ümit tomurcukları. Geleceği kucaklayan, kucaklamaya hazırlanan insanlar ve çocuklarını da göreceksiniz satırlar arasında. Dolayısıyla sol yanınızla üzülürken sağ yanınızla sevineceksiniz.
Zaten hayat dediğimiz şey de bu değil mi? Hüzün ve sevinç iç içe, yan yana, el ele… Yazı çok uzayacağı için bu kısmı atlıyor ve onu satırların içinde ve aralarında sizin bulacağınıza inanıyorum. Şöyle diyor Harun Hocam bunu ifade için: “Kışta çiçekler ölse de tohum ölmüyor.”
Yazımı yazarın da kitap içinde aktardığı Nobel Edebiyat ödülü sahibi Şilili yazar Pablo Neruda’nın sözüyle bitiriyorum: “Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelişini engelleyemezsiniz.”
Kaleminin zeval bulmasın Harun Hocam. Teşekkürler Süreyya yayınları.