Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak bu haftaki yazısında muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vefatı sebebiyle yaşadığı üzüntüyü, Peygamber efendimizin vefatından sonra yaşanan ve yürek burkan bir örnekle anlattı: ‘Nasıl dayandı yüreğiniz...
Geride muhteşem bir hayat bırakarak aramızdan ayrılan muhterem Hocamızın cenaze merasiminde bulunamadım.
Pasaportum ve vizem yoktu.
Onun için tabutuna omuz veremedim. Son görevimi yapamadım.
Kabrine bir avuç toprak bile atamadım.
Sevenlerinin toprak atmak için canhıraşne gayretlerine şahit oldum.
Kürekler elden ele dolaştı. Avuçlar minik minik küreklere dönüştü.
İnsanın en sevdiğinin üzerine toprak atması nasıl bir şey olduğunu az çok bilirim. Garip bir duygudur. Bir taraftan son vazifeni yapma gayreti diğer taraftan her atılan toprakla biraz daha onu gözden kaybetme korkusu kuşatır insanı.
Her atılan toprak parçasıyla Hocamızın bizden biraz daha ayrılışına, gözlerden kayboluşuna şahit oldum.
Her toprak atılışta Fatıma Annemizin o sözleri geldi hatırıma;
“Enes! Söyle, babamın üzerine nasıl toprak atabildiniz, küreği nasıl tuttu eliniz, nasıl dayandı yüreğiniz?”
Muhacirler Medine’ye geleli tam on yıl olmuştu.
Yüce Nebi her vesile ile vedadan söz ediyordu.
Müslümanlar, Veda Haccı’nda çok sevdikleri Kâbe’ye bir daha kavuşmuşlar, doğup büyüdükleri toprakları yeniden görmüşler, Arafat Ovası’nda yüz binlerle buluşmuşlardı.
Son Peygamber, Arafat Ovası’nda bir ışık denizini andıran yüz binlere, kıyamete kadar yürekleri titretecek Veda Hutbesi’ni irad ederken, zamana bundan sonra akacağı nehri de işaret etmişti.
İnsanlar boyutlarını bilmedikleri muazzam bir mucizenin parçası olmuşlardı.
Bunca yaşanan güzelliğe rağmen Veda Haccı’ndan dönen Müslümanlar murakabeye dalmış kumrular gibi düşünceliydi.
Bu defa yara derin olmalıydı ki diller suskundu.
Her şey ayrılıktan dem vuruyordu.
Aralıksız 23 yıl boyunca sağanak sağanak yağan vahiy yağmurları da dinmişti.
Her şey yağı tükenen kandiller gibiydi.
Medine haziran sıcaklarında kavruluyordu. Kerpiç evler, sokaklar hatta gölgeler bile buhur buhur yanıyordu.
Çöl yanıyor, Medine yanıyor, Allah’ın Son Peygamber’i yanıyordu…
İnsanlığın ıstırabıyla bir ömür boyu içten içe korlaşan ateş, sanki birden harlanmıştı.
Gül dudaklarından dökülen sözler yürek yakıcıydı…
“La ilahe illallah! Ölümün akılları başlardan gideren ıstırap ve sıkıntıları var.”
Ve bir seher vakti…
Güneş, bağrında uyuduğu geceyi bile yakıyordu. Bilal yine “Essalâh” diye seslendi.
Saadethanenin kapısını Âişe Anamız açtı, elindeki kovayı Bilal’e uzattı. Aklı başından uçarcasına feryat etti:
“Koş Bilal! Allah’ın Resûlü yanıyor!”
Bilal kovayı kaptığı gibi seherde serin kuyulara doğru koştu. En serin suyu bulmalıydı. O sular Peygamber’in ateşiyle savaşacaktı.
Bilal en serin kuyuya saldı kovasını. Kovadan dökülen suların şırıltıları, Bilal’in korku ve telaşını seherin yüreğine duyurdu. Koştu Bilal. Buz gibi suyla dolu kovayı kapının önüne koydu. İçerden Allah Resûlü’nün iniltileri duyuluyordu. Ufuklar bir gül gibi kızarmış, gün kapıya dayanmıştı.
Bilal, kerpiç duvarın üzerine tırmanarak sabah ezanını okudu. Bilal biliyordu ki ezanı duymamak, hummanın ateşinden daha ziyade yakardı Yüce Peygamberi.
Ezan biter bitmez yine kapının önünde belirdi Bilal. Âişe Anamız açtı kapıyı;
“Kutlu Nebi sana iletmemi istedi ki bundan önce bu kadar güzelini okumamışsın.”
Allah’ın Resûlü bir aralık Hazreti Âişe annemize evde ne kadar para olduğunu sordu.
“Yedi dinar.”
“Hemen dağıt! Bu para mülkiyetimde iken nasıl Allah’ın huzuruna giderim.”
Para hemen fakirlere dağıtıldı. Gücü iyice azalırken:
“Allah’ım beni fakirlerle haşret!” sözleri duyuldu.
Kutlu Nebi’nin, “Ol Fâtıma’dan Cennet kokusunu koklarım.” dediği vadinin zambağı, babası ile birlikte perde perde soluyordu.
26 yaşını yeni doldurmuştu. Daha ömrünün baharındaydı. Ama o, dünyadan ve dünyaya ait her şeyden hüzün ve inkisar içindeydi. Babasını barındırmayan bir dünyanın renkleri solmuş, sesleri bozulmuş, kokuları uçmuştu.
Bir vakar içinde gözlerini bir noktaya dikiyor ve sürekli düşünüyor, sürekli ağlıyordu. Allah’ın Resûlü Canparçası’nın çektiği ıstırabı görünce dayanamadı. Kendine doğru eğilmesini istedi, kulağına bir şeyler fısıldadı.
“Kızım! Bugünden sonra baban hiç ıstırap çekmeyecek.”
Bu sözler Hazreti Fâtıma’nın yüreğindeki yangınları birden harlandırdı. Yanardağlar gibi yanmaya başladı.
Allah’ın Resûlü tekrar eğilmesini istedi.
“Kızım ailemden bana ilk kavuşacak olan sensin.”
Hırçın nehirler gibi köpük köpük akan Hazreti Fâtıma birden fren yemiş sular gibi durdu, gülümsedi.
Vuslat yakındı.
Mü’minler, birlikte inşa ettikleri mescitlerinde O’nu gözlüyordu. Hep O’nun arkasında namaz kılmışlardı. O’nun sesine aşina idiler. Hangi makamda okuyordu, nasıl yanık okuyordu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa kâinat lâl kesilip O’nu dinliyordu.
Ve bir öğle namazında, bir kolunda Hazreti Ali diğerinde Fazl ibn Abbas’la ayakları yerde sürüklenircesine çok sevdiği mescidine çıktılar.
Hazreti Ebû Bekir, mihrabı sahibine bırakmak için geri çekilmek istedi.
Kutlu Nebi eliyle işaret ederek yerinde kalmasını istedi.
Namazdan sonra ashabına döndü.
Ebû Bekirler, Ömerler, Aliler, Osmanlar, Bilaller oradaydı.
Yüzlerine baktı.
Mahzun ve yetim Nebi, hıçkırıklarını tutamadı. Bir zamanlar Allah’ın evi Kâbe’de bir başına namaz kıldığı, tartaklandığı, hakaretlere maruz kaldığı günler, kovulduğu, taşlandığı şehirler, geceler boyunca çöllerde kız çocuklarının minik yüreklerinde çığlıklaşan feryatlar, kölelerin ve zayıfların derilerinde ıslıklanan kırbaçlar…
Güllerin Efendisi’nin gözlerinden akan yaşlar gül rengindeydi. Ashabını çok seviyordu. Onlar, O’nun yıldızları idi.
Birlikte kerpiç taşımışlar, harç karmışlar, aç kalmışlar, bağırlarına taş bağlamışlardı. Birlikte acı çekmişler, ağlamışlar, kıyasıya dövülmüşler, dayanılmaz işkencelere maruz kalmışlardı. Birlikte yürümüşlerdi yolları…
Birlikte aşmışlardı sarp yokuşları…
Büyük Göç, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber…
Ve gönül ferahlatıcı rüzgârların Mekke’den estiği zafer günleri…
Yüzlerine baktıkça hıçkırıkları boğazında düğümleniyordu. Yıldızlar sarsılıyor, sanki koca koca taşlar yerinden oynuyordu.
Allah’ın Peygamber’inin yüzü sapsarıydı, mecalsizdi. Son Peygamber ‘yıldızlarım’ dediği sahabilerine son kez seslendi…
“Ashabım! Biliniz ki, ben yakında Rabbime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Rabbinize kavuşacaksınız. Dünyada hiç kimse kalmaz.
Kur’an ve Ehl-i Beytim… İşte bunlar size emanetim… Bir de kardeşlerime selam söyleyin.”
Sahabeler, “Biz Senin kardeşlerin değil miyiz ya Resûlallah?” dediler.
“Siz benim ashabımsınız. Kardeşlerim ahir zamanda gelecekler.
Yarın size vazifemi yapıp yapmadığımı soracaklar?”
Yeryüzü yıldızları bir gözyaşı denizine düşmüş gibi dalgalandılar:
“Sen vazifeni hakkıyla yaptın. Biz buna şahidiz.”
Son Peygamber’in son sözleri, “Sakın benden sonra birbirinize düşmeyiniz.” oldu.
Ayrılık vaktiydi…
Bu, güllerin O’nu son görüşüydü.
Son sabah namazında, odasının mescide açılan penceresinin perdesini son kez sıyırdı ve güllerine bir kez daha baktı.
Başı sarılıydı.
Öylece durdu pencerede. Bir dolunay gibi doğdu mescide.
Hazret-i Ebû Bekr, ağlaya ağlaya sabah namazını kıldırıyordu. Saflar muntazamdı. Huşu içinde Hakk’a durmuşlardı. Gönüller imanla doluydu. Çok memnun oldu. Sonra perdeyi bir daha hiç açılmamak üzere kapattı.
Son Peygamber’in yanındakilere son sözleri, “Ahiret’te görüşürüz.” oldu.
Cihanı aydınlatan güneş gurûb etmiş, Medine karanlıkta kalmıştı.
Hazreti Ömer’in aklı başından gitmiş, haziran güneşinde ürpertici parıltılar saçan kılıcıyla kükrüyordu:
“Kim Peygamber öldü derse başını uçururum.”
Herkes el yordamıyla yürüyordu yollarda.
Hazreti Ebû Bekir, acı haberi duyar duymaz evinden koşarak geldi.
Güllerin Efendisi’nin üzerindeki örtüyü açıp ay gibi parlayan yüzüne baktı, “Hayatın gibi ölümün de güzel…” dedi.
Peygamberden peygambere, alından alına ulanarak gelen nurun parıldadığı alnından öptü…
Bu Gül’ün alnına kondurulan son buseydi.
Veda busesi…
Hazreti Âişe annemizin odası ile mescid arasındaki küçük bahçeye kabir kazıldı.
Kutlu Nebi’yi kabrine, Hazreti Ali indirdi.
Her atılan toprak parçası O’nu biraz daha ayırdı yeryüzü yıldızlarından.
Gece olup da el ayak biraz çekilince Hazreti Fâtıma Annemiz kendini güçlükle toplayıp doğruldu.
Elinde bir kandille adeta ayaklarını yere basmadan hüzünlü bir peri ihtişamı ve zarafetiyle babasının yattığı yere doğru yürüdü.
Ayakları kendisini zor taşıyordu. Her geçen gün biraz daha solan gül yüzü ve ağlamaktan güzel gözlerinin altında oluşan morluklar, suların çekildiği nehir yataklarındaki ıslak duvarları ve yosun izlerini andırıyordu. Yüreğinin yatağında ne var ne yoksa yosun güzeli gözler boşaltmış, ardı arkası kesilmez sanılan yağmurlar dinmişti.
On yıl boyunca babasının hizmetinde bulunmuş olan Enes’i fark etti.
Boynunu bükmüş babasının başında bekliyordu.
Babasının toprağından bir avuç aldı ve koklamaya başladı.
Sonra Enes’e seslendi;
“Enes! Söyle, babamın üzerine nasıl toprak atabildiniz, küreği nasıl tuttu eliniz, nasıl dayandı yüreğiniz?”