“Kin, nefret, düşmanlık ülkeyi ve insanları sarmış durumda. Siyasetin kirlenmiş, insansızlaşmış nefret dili artık işe yaramıyor. İnsanların yüreğine dokunmak, yüreğimizi birbirimize açmak gerekiyor. Ben edebiyatın gücüne hâlâ inanıyorum.”
Oya Baydar bir romancı, öykücü; aynı zamanda bir aktivist, eylemci, gazeteci… Uzun zaman sosyalist siyasetin içerisinde yer almış, bu uğurda tutuklanmış, sürgün yaşamış bir isim. Oya Baydar, ülkenin doğusunda yaşananlar sıcaklığını koruyorken; savaş naralarının bütün sesleri bastırdığı bir zamanda değerli bir işe girişti. Diyarbakır’da yaşanan çatışmaları, hendek savaşlarını, ölümleri, acıları kendi tanıklığıyla ‘anlatı’ya dönüştürdü. “Surönü Diyalogları” ile bir barış çığlığı atan Baydar’la Türkiye’nin meselelerini konuştuk.
Sur’da yaşananları kaleme aldığınız son kitabınızda bir çığlık atıyorsunuz. Aynı tonu t24’teki yazılarınızda da görmek mümkün. Artık konuşarak kimse kimseye sesini duyuramıyor mu?
Silah sesleri, ölüm çığlıkları, nefret haykırışları arasında barışın, kardeşliğin, vicdanın sesini duyurmak çok zor. Birbirimizle konuşma, anlaşma imkânımız gitgide azalıyor. Surönü Diyalogları’nı tam da bu yüzden; sağırlaşmayı, diyalog ve yürek kopmasını aşabilmek için yazdım.
Ülkedeki siyasal iklimin vardığı nokta mı bu türlü konuşmaya itiyor?
Kin, nefret, düşmanlık ülkeyi ve insanları sarmış durumda. Siyasetin kirlenmiş, insansızlaşmış nefret dili artık işe yaramıyor. İnsanların yüreğine dokunmak, yüreğimizi birbirimize açmak gerekiyor. Ben edebiyatın gücüne hâlâ inanıyorum.
Sözünüz yerine ulaşıyor mu peki?
Her ses bir yankı bulur, mesele sesi ulaştırabilmekte. Kendimi; bütün çifte standartları ve milliyetçiliği reddeden, ama’sız barışçı, özgürlükçü bir azınlığa mensup hissediyorum.
Yalnız kaldığınızı düşünüyor musunuz?
Evet; azınlığız ama yalnız değiliz. Hâlâ insana ve vicdana inanıyorum.
Türkiye’nin gidişatıyla ilgili; Saray’dan ve iktidardan rahatsızlığını dile getirenler az değil fakat bir o kadar da -belki daha fazlası- memnun olan ya da memnunmuş gibi yapan bir kitle var?..
Geniş kitleler, her yerde ve her zaman güçlü olana, iktidara yakındır. Özellikle biat ve tevekkül kültürünün etkisindeki muhafazakâr kesimlerde bu yakınlık daha belirginleşir. Kitleler; yani “normal yurdum insanı” sizin/benim endişelerimi duymaz. Temel ihtiyaçları karşılandığı sürece, “beni sokmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla, ülke diktatörlüğe doğru mu gidiyor, yargı erki berhava mı edildi, özgürlükler kısıtlanıyor mu: kitlelerin pek umurunda olmaz. Ayrıca güvensizlik ortamı, istikrarsızlık, çeşitli korkular, kitleleri güçlü sandıkları Reis/Führer/Şef çevresinde toplar. Buna bir de dev bir propaganda ve bilinç çarpıtması operasyonunu ekleyin… Bence “memnuniyet”ten değil “zorunlu rıza”dan söz etmemiz gerek. Gidişatın olumsuzluğu, hatta vahameti konusunda yanıldığımı sanmıyorum.
Sizi bu iktidarda en çok ne rahatsız ediyor?
Bu iktidarın beni en çok rahatsız eden yanı, tek adamın keyfî uygulamalarının norm haline getirilmesiyle totaliter bir toplumun hedeflenmesi. En tepeden başlayan lümpen dilin, nefret söyleminin kitlelere yayılarak toplumu cepheleştirmesi, çürütmesi, vicdan ve ahlâk erozyonu yaratması.
Türkiye’nin sorunu Erdoğan’da mı düğümleniyor?
Bu; Erdoğan’ı da aşan bir zihniyet ve bu zihniyet temelinde bir rejim değişikliği sorunu. Ne var ki, bu zihniyet ve siyaset tarzı Erdoğan’da somutlanıyor. Tarihte kişinin rolü önemlidir. Mesela İkinci Dünya Savaşı kaçınılmazdı ama Hitler olmasaydı Yahudi soykırımı olmazdı. Erdoğan’ın kişiliğinin ve partisi üzerindeki mutlak otoritesinin vahim gidişattaki payı görmezden gelinemez.
Gerek Ergenekon davaları sürecinde gerekse 2010 referandumunda “yetmez ama evet” diyerek AK Parti’ye destek vermiştiniz. Pişman mısınız?
“Yetmez ama evet” meselesi başıma bela oldu, ulusalcı kesimlerde de siyasî değil, psikolojik bir hastalığa dönüştü. “Sol” mahalleye, ulusalcılara, demokrasiyi sadece kendileri için isteyen seçkincilere, istemezükçülüğü muhalefet sananlara yetmez ama evet’in anlamını anlatmak mümkün değil.
Neden?
Kökü çok derinlerde olan bir yenilmişlik duygusu içindeler ve bu yenilginin nedenleri üzerine düşünmek yerine, ağırlığını farklı düşünenlere yükleyerek rahatlıyorlar. Ben AKP’ye hiçbir zaman oy vermedim, parti olarak desteklemedim. Sosyalist kökenimden, dünya görüşümden, kültürel kodlarımızın farklılığından tutun da ateist olmama kadar, bu çizgi ve ideolojiyle kan uyuşmazlığım var.
BİR ÖZELEŞTİRİ YAPMAM GEREKİYORSA…
Eleştirilere yine de bir cevabınız vardır…
Bana doğru gelen bir düşünceyi, bir icraatı kimden geldiğine bakmadan, menşeini sormadan desteklerim. 1981 darbe anayasasının bazı antidemokratik maddelerinin değiştirilmesini halkoyuna sunan 2010 referandumunda evet oyu kullandım çünkü getirilen değişiklikler daha demokratikti, sivilleşmeye dönüktü, darbe anayasasında delikler açıyordu. Bugün de olsa, belki birkaçı hariç, o maddelere yine evet derim. Nitekim AKP bütün o demokratik özlü maddeleri geri aldı ve tümünü eskisinden beter hale getirdi. Bir özeleştiri yapmam gerekiyorsa, ki gerekiyor; demokrasiyi ilerletebilecek o maddelere evet dediğim için değil, AKP’nin gerçek yüzünü ve özünü doğru değerlendirmemiş, özellikle Erdoğan faktörünü hesaba katmamış olduğum içindir bu. Şimdi, Müslüman demokrat olunabileceğini ama siyasal İslam’ın özü itibarıyla demokrasiyle, özgür sivil toplumla bağdaşmadığını düşünüyorum.
DERİN DEVLET ERDOĞAN’I TESLİM ALDI
Doğu Perinçek, en mutlu zamanlarını yaşıyor. Veli Küçük yeniden protokole girdi. Bu bize neyi gösterir?
Gladyo’nun, derin devlet çetelerinin Erdoğan’ı ve iktidarı teslim almış olduklarını gösterir. Bunda o davaları sürdüren, şimdi “paralel” denilen yapıya bağımlı yargının payını da unutmamalıyız. O davalardaki hukuk dışı uygulamaların yargıya güveni sıfırlaması olmasaydı, Gladyocu katiller, darbeci paşalar şimdi mağdur kahramanlar olarak aramızda gezemezlerdi.
Yazılarınızda gelecekle ilgili fazla ümitvar konuşmuyorsunuz. “Bekleyin, daha dibe vurmadık…” diyorsunuz…
Evet, 76 yıllık yaşamımın en umutsuz, en karanlık dönemini yaşıyorum. Ama şafaktan önceki an gecenin en karanlık ânıdır, denir; bununla teselli bulalım.
Buradan çıkış nasıl mümkün olacak?
Çözümün birinci adımı, mevcut iktidarın ve en tepedeki muktedirin değişmesidir. Şu sıralarda çok sıkıştıkları; Rusya’dan özür dileme, İsrail’le anlaşma, Suriye politikasında U dönüşe hazırlanma gibi gelişmelerden anlaşılıyor. Ancak Kürtlerle savaş barışçı çözümle sona erdirilmeden, Kürt halkına yönelen fiilî düşmanlık ve tenkil politikalarından vazgeçilmeden; çoğunlukçuluk değil çoğulculuk benimsenmeden; topyekûn bir toplumsal vicdan onarımına girişilmeden ülkeye dirlik düzenlik gelebileceğini beklemek safdillik olur.
PKK, şiddeti kentlere indirerek Kürtlere ağır bedel ödetti
Sur’da yaşananları edebiyatçı kimliğinizle “anlatı”ya dönüştürdünüz. Tarihe not düştünüz. Kürtleri ve Türkleri yakın gelecekte neler bekliyor?
Bu gidişte ısrar edilirse; Doğu’da kalmayıp Batı metropollerine de inen savaş ve terörün şiddetlenmesini; ülkemizin bir bölümünün cayır cayır yanmasını, yakılıp yıkılmasını; halkımızın dörtte birinin derin acılarını ve sadece yüreklerin değil toprağın da kopmasını göze almışız demektir. Savaşta son sekiz ayda toplam ölü sayısı (şehit, sivil halk, Kürt silahlı hareketi, vb.) on bine yaklaşıyor. Bu ülke, bu kadarını kaldıramaz. PKK’nın, gücünü abartarak ve uluslararası konjonktürü yanlış okuyarak Erdoğan’ın savaş oyununa geldiğini; savaşı, şiddeti kentlere indirmekle kendi topuğuna vurduğunu ve halkına ağır bedel ödettiğini düşünüyorum. Ama asıl sorumlu her zaman devlet ve iktidardır. İpler onun elindedir, oyun kurucu odur. Bu yıkımda ve bölünmede hem siyasî hem de ahlakî sorumluluk iktidara aittir.
“Cemaatin başına gelenler…”
Cemaat’e dönük operasyonlar iktidarın kendisine muhalif gördüğü bütün kesimleri yok etme, kaynaklarını kurutma kararlılığının bir parçası. Aynı zamanda da, devlete ve orduya tek başına hakim olarak öngördüğü rejim değişikliğini gerçekleştirme operasyonu. Ancak Cemaat’in başına gelenlerden daha vahimi Kürt hareketine karşı uygulandı, uygulanıyor; bunu da unutmayın.
Oya Baydar
1940 doğumlu. 1964’te İÜ Sosyoloji bölümünü bitirdi. 12 Mart askeri müdahaleleri sırasında sosyalist kimliği nedeniyle tutuklandı ve çalıştığı üniversiteden ayrıldı. 12 Eylül darbesi sırasında yurtdışına çıktı, 12 yıl boyunca Almanya’da sürgünde kaldı. T24 internet sitesinde yazıyor.
Murat TOKAY –yarına bakış- KONUŞTUKÇA