Ülkenin çivisi çıktı. Topyekûn bir yozlaşma, bozulma, çürüme!
Ne yazık ki, her sevide ve katmanda ahlaksızlık diz boyu.
Hak, hukuk, adalet, demokrasiyi ayaklarının altına alan diploması şaibeli bir partili Cumhurbaşkanı!
Anayasa Mahkemesi’ne ‘kilit vuralım” diyen ortağı ve sözde bir muhalefet lideri!
Suç örgütü liderini ağırlayan, aynı karede poz veren bir Kuvvet Komutanı!
Kaçakçılık yapan bir General!
Esrar ve uyuşturucuya kuryelik yapan Emniyet Müdürleri.
Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımayın Yargı(çlar) düzeni!
Anayasa kararını iplemeyen bir Meclis çoğunluğu!
Kürsüde konuşma yapan Milletvekilline saldıran bir Meclis İdare Amiri ve Milletvekiline tekme-tokat girişen bir bakan!
Cüneyt Arkın’ın filmlerini aratmayan bir parlamento!
Kısacası meclisi kana bulayan, Milletvekilinin kaşını patlatan sözde parlamenter(ler)!
İşte böyle “en”lerin oluşturduğu bir ülke ve yönetimi.
Geçen günlerde, Meclis’te yaşanan utanç tablosuyla, Türkiye gibi münevver bir ülkenin nasıl ve ne hale getirildiğinin hazin görüntülerine dünya şahit oldu…
Bu utanç tablosu, dünya ve Avustralya’nın ulusal ve yerel medyasında da çok genişçe yer aldı.
Avustralyalı komşum bu trajik tabloyu bana aktarırken, yerin dibine girmesi gerekenlerin yerine, ben girdim.
Henüz birkaç gün önce aynı Meclis, Filistin halkının kanı akmasın diye toplanmış, buradan dünyaya mesaj verilmişti.
“Kan akmasın” diyen gırtlak ağaları, birkaç gün arayla kendi insanının, seçilmiş milletvekilinin kanını akıttı.
Hem de kadın bir milletvekilinin.
Netenyahu rejimi, Gazzelilerin, Erdoğan rejimi ise kendi muhaliflerin kanını akıtıyor yani.
Hatay halkının oylarıyla seçilen mahpus Milletvekili Can Atalay için olağanüstü toplanan mecliste kavga çıktı.
Milletvekili Ahmet Şık, ilk söz alarak, ülkede yaşananları ‘Bilal’e anlatır‘ gibi anlattı.
Şık’ın hepimize, herkese tercüman olduğu Meclis kürsüsündeki konuşması Meclis tarihine geçti.
Ahmet Şık, AKP sıralarına bakarak şunları söyledi;
“Sizde hiç utanma yok! Haysiyetiniz yok!
Bu ülkenin en büyük terör örgütü bu sıralarda oturanlardır.”
Şık, herkese “terörist” diye AKP’lilere; “asıl terörist bu sıralarda oturanlar” dediği için, TBMM sözde İdare Amiri AKP’li Alpay Özalan ve iktidar milletvekillerinin hışmına uğradı.
Saldırı sürü halinde olduğu için; kavgayı ayırmaya çalışan DEM Partili Gülistan Kılıç Koçyiğit, vandalların saldırısına uğrayarak, kaşı yarıldı.
Özalan kabadayısı, daha önce Özgür Özel ve Ömer Faruk Gergerlioğlu’na da saldırmıştı.
Milletin vergisinden, aldığı aylık 240 bin lira maaşla, yaptığı tek şey, pavyon fedaisi gibi saldırmak.
Yüzyılı aşkın tarihi boyunca Meclis birçok kavgaya sahne oldu ama ilk defa bir milletvekilinden kan aktı.
Böylece Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından biri olan “kürsü dokunulmazlığı” da Erdoğan rejimi sayesinde, ayaklar altına alınarak sıfırlandı!
Empati yok, şefkat yok, sevgi yok, saygı yok, anayasal hak, kul hakkı, öfke hariç bütün hisleri alınmış, tüm duyguları dumura uğramış Saraylı bir ceberrut ve onun tayfası.
Demokrasi, hak hukuk deyince tüyleri diken diken, dişlerini gıcırdatan kadavralar sürüsü.
Adalet, Hukuk, Yasa, Anayasa, Hukuk, İnsan Hakları,
Hayvan hakları, Demokrasi, hak getire…
İçerde ülkeyi tükettiler, dışarda itibarını sıfırladılar.
Onun için bu talihsiz ülkeye, insanlık, adalet, demokrasi hiçbir zaman gelmeyecek sanırım.
DEMOKRASİ HİKAYESİ!
Yazımı ülkemizin demokrasisi ve Saray Rejimi için adeta söylenmiş bir hikayeyle bitireyim.
Okulda sosyal bilgiler öğretmeni çocuklara bir ödev verir.
Konu şu; Herkes ailesine sorup demokrasinin anlamını özet halinde ezberleyecek. Sonra da sınıfta anlatacak der.
Çocuk heyecanla eve döner ve akşam sofrasında babasına sorar;
Babacığım demokrasi nedir?
Baba şöyle bir geriye doğrulur büyük bir edayla, “Evladım, demokrasinin kelime anlamını öğrenmeden önce, öğrenmen gereken bazı terimler var. Mesela, ben bu eve para getiriyorum, onun için liberal sınıfıyım.
Liberallik benden sorulur.
Hizmetçimiz, bizim rahatımız için çalışıyor, çırpınıyor, ayrıca geçimini sağlıyor.
O ise işçi sınıfı. Annen ise, Devlet.
Yani bütün işçilerden o sorumlu.
Sen ise, halksın.
Hepimiz senin için çalışıyoruz.
Beşikteki kardeşin ise, gelecek.
Herkesin ümidi gelecekte.
Dolayısıyla bu mekanizmayı sen önce ailende, sonra da bir devlet gibi kafanda canlardır.
Demokrasi ‘cuk’ diye yerine oturur.
Geri kalan kısmını sana daha sonra anlatırım” der.
Tabi ilerleyen saatlerde çocuk bir taraftan babasının anlattıklarını bir taraftan demokrasiyi kafasında canlandırmaya çalışıyor.
Bir ara bir patırtı, kütürtü gelir.
Bakıyor ki yan odada babasına çay ikram ederken, yanlışlıkla bardağı düşüren hizmetçi, fena halde dövülüyor babası tarafından.
Hemen yardım istemek ve hizmetçiyi o dayaktan kurtulmak için annesinin bulunduğu odaya yönelir.
Annenin keyfi yerinde.
Çocuk, annesinin kendi havasında istirahat ettiğini görür.
Bir taraftan ayaklarını uzatmış, diğer taraftan ise kahve yudumluyor devlet ana.
Nafile bir şey çıkmaz.
Bu arada, korkudan ağlayan kardeşinin yanına gider.
Bakar ki kardeşi de beşikte kendi haline terk edilmiş, altına kaçırmış durumda.
Bu tablo karşısında ne yapacağını bilemeyen, şaşkınlığa dönen evlat, üzüntüden kendi odasına çekilerek uyuya kalır.
Sabah kahvaltıda baba oğluna; “Evladım akşam verdiğin tanımları ezberledin mi?
Ezberlediysen sana şimdi demokrasinin temel anlamını anlatacağım” der.
Çocuk babasına, “Babacığım sen zahmet etme.
Ben akşam demokrasinin hem anlamını hem uygulamasını hem de kurallarını ve cilvelerini çok iyi kavradım.Bizzat yaşayarak gördüm. Bir şey anlatmana gerek kalmadı. Çünkü, akşam liberallerin, işçi sınıfını nasıl ezdiğini, devletin nasıl keyif çattığını, halkın nasıl çırpındığını, geleceğin ise nasıl necis içinde kıvrandığını gördüm.
Kıssadan hisse. Türkiye’nin demokrasisi, devleti, mekanizması aynen hikayede olduğu gibi Can’lar…e.cansever@zamanaustralia.com.au