Yazar Ahmet Altan: “Eğer Tanrı’nın seni yarattığına inanıyorsan, onu utandırmamaya çalışman gerekir. Tanrı seni yarattığı için utanıyorsa, esas büyük günah odur. Kötülük yapan, başkalarına acı veren insan gerçekten dindar değildir. Dindar olduğunu iddia ediyordur ama Tanrı’ya gerçekten inanmıyordur.’dedi.
![]()
Türkiye’de bir asır önce yaşananlarla bugün yaşananlar arasında paralellik kuran Yazar
Ahmet Altan, şunları söylüyor: “Ne yazık ki, yüz yıldır Talat Paşa’nın ruhu bu ülkede dolaşıyor. Osmanlı’yı batıran İttihatçı zihniyetin yöntemleri hâlâ yürürlükte. Çünkü çok kolay bir yönetim biçimi: Topluca düşman
yarat, bir grubu şeytanlaştır, herkesin korkusunu, öfkesini oraya yönelt.” diye konustu.
Via TV’nin “Via Gündem” programında gazeteci Alin Ozinian, uzun süredir ekranlardan
uzak duran Yazar Ahmet Altan’ı ağırladı. Altan, Osmanlı Dörtlüsü’nün son halkası olan ve
1915’i, Ermeni tehcirini, savaşları ve insanın kötülük kapasitesini merkezine alan yeni
romanı üzerinden hem tarihle hem de bugünle yüzleşen çarpıcı değerlendirmeler yaptı.
Kötülük ve din ilişkisine dair konuşurken, her dinin kendi içinde bir hesaplaşma yaşaması
gerektiğini vurgulayan Altan: “Ben dindar veya inançlı bir adam değilim ama Tanrı kavramı çok önemli bir kavram.İnsanlık tarih boyunca bu kavramı değiştirdi. Tarih boyunca kötülük var ve din bunu
engellemiyor. Hatta bugün birçok yerde kötülüğü kışkırtan bir unsur hâline geldi. O zaman
her dinin kendi içinde bir hesaplaşma yaşaması gerekiyor.” dedi.
İste Yazar Altanin Gazeteci Alin Ozinian’ın sorularına verdigi cevaplar:
Osmanlı’nın intihar yılı olarak 1915 Osmanlı Dörtlüsü’nün dördüncü kitabı yayımlandı. 2017’de “Serinin son kitabı 1915’i, Ermeni soykırımını anlatacak” demiştiniz. Kitap okurla buluştu. Önce şunu sorayım:
Bu romanı yazmaya sizi iten duygu neydi? Öfke mi, yas mı, yüzleşme mi, adalet arayışı
mı?
Ahmet Altan:
Bu dört kitap 1895’te başlıyor ve 1915’te bitiyor. Her biri tek tek de okunabiliyor ama bir
bütün olarak bakınca, son kitap imparatorluğun ölüm anını anlatıyor.
Ben 1915’i Osmanlı’nın intihar yılı olarak görüyorum. Büyük bir cinayet işleyerek intihar etti
imparatorluk. İttihatçıların elinde, 1915’te aslında Osmanlı öldü.
Burada tartıştığımız şeyin adı “tehcir mi, soykırım mı” meselesi değil. O insanlar ne
yaşadıysa onu anlatıyorum. İsim onu değiştirmiyor. Hatta bazen sadece isim tartışmak,
yaşanan korkunç trajediyi küçümsemek oluyor.
Tarih açısından bakınca, toplumların geçmişi bilmesi şart. Geçmiş tek boyutlu değil: Talat
Paşa var ama Talat’a karşı çıkanlar da var. Hangi çizgiden yürüyeceğine karar verebilmen
için ne olduğunu bilmen gerekiyor.
Edebiyat açısından bakınca da mesele aynı: Edebiyat hayatla, değişimle, iyilikle ve kötülükle
ilgilenir. Kötülük insanlık tarihi boyunca var; bugün de var. Bizim yapımızda bu kötülük var.
Edebiyat, bu kötülüğü anlatarak insanlığın iyi tarafını güçlendirmeye çalışır.
“Dindarlık korkuyla değil sevgiyle olur”
Romanda sürekli şu sorular dönüp duruyor: “İnsan bu kadar kötülüğü nasıl yapabilir?
Tanrı bu kadar kötülüğe nasıl izin verir?” Özellikle Osman, Efryona ve Şeyh üzerinden
Tanrı’yı adeta sanık kürsüsüne oturtuyorsunuz. Romanda aynı zamanda
Tanrı,kötülük,insan ilişkisini de mi sorguluyorsunuz?
Ahmet Altan:
Ben dindar veya inançlı bir adam değilim ama Tanrı kavramı çok önemli bir kavram. İnsanlık
tarih boyunca bu kavramı değiştirdi. Çok tanrılı dinlerde iş kolaydı; biri iyiliği, biri kötülüğü,
biri aşkı temsil ediyordu. Tek tanrıya gelince sorun çıktı: Mutlak iyi olan Tanrı’dan bu kadar
kötülük nasıl çıkıyor?
Tarih boyunca kötülük var ve din bunu engellemiyor. Hatta bugün birçok yerde kötülüğü
kışkırtan bir unsur hâline geldi. O zaman her dinin kendi içinde bir hesaplaşma yaşaması
gerekiyor.
Romanın Şeyh’i, tasavvufi bir bakış açısını temsil ediyor. İnsanlığı ve Tanrı’yı bir bütün
olarak görüyor. Diyor ki: “Birine acı verdiğinde Tanrı’nın bir parçasına acı veriyorsun. Bir
insanı öldürdüğünde Tanrı’nın bir parçasını öldürüyorsun.” Gerçek dindarlık korkuyla olmaz.
Gerçek dindarlık sevgiyle olur.
Eğer Tanrı’nın seni yarattığına inanıyorsan, onu utandırmamaya çalışman gerekir. Tanrı seni
yarattığı için utanıyorsa, esas büyük günah odur. Kötülük yapan, başkalarına acı veren insan
gerçekten dindar değildir. Dindar olduğunu iddia ediyordur ama Tanrı’ya gerçekten
inanmıyordur.
“Bir milyon insan öldü” değil, bir insanın ölümü bizi sarsar
Romanda hem savaşları hem tehciri anlatıyorsunuz ama hep bireylerin acısına
odaklanıyorsunuz. Neden?
Ahmet Altan:
Tarih rakamlarla konuşur. “Şu kadar kişi öldü” dersin, bir cümledir, geçer. Etkilemez.
Edebiyat ise o rakamın içinden bir kişiyi alır, onun nasıl öldüğünü, nasıl yaşadığını anlatır. O
zaman vicdanına dokunur. Bir milyon insanın öldüğü bilgisi değil, o bir insanın yaşadığı acı
seni sarsar.
Edebiyat kötülüğü anlatırken sana bir tercih sunar: Kötüden yana mı olacaksın, acı
çekenlerden yana mı? İnsanların büyük çoğunluğu, içlerindeki merhamet ve vicdan
sayesinde, bu seçimle yüzleşince iyilikten yana olur.
Çanakkale’de düşman askerler, dost ölüler
Romanda Çanakkale Cephesi’nden çok çarpıcı bir sahne var: Ateşkes sırasında iki
taraftan askerler ölülerini toplarken birbirlerine gülümsüyor, düğmelerini,
çikolatalarını veriyorlar. Ölülerden biri bu sahneyi şöyle anlatıyor: “Subayların
düşmanlığı sürerken askerler dost olmuşlardı.” Bu sahneyle savaşın anlamsızlığının
idrak edilebileceğini mi düşündünüz?
Ahmet Altan:
O sahne gerçek. Ayhan Aktar’ın Çanakkale’deki 19 Mayıs saldırısıyla ilgili yazılarından
yararlandım. Bizim tarih anlatımızda pek geçmeyen bir çatışmadır ama önemli.
Sadece Çanakkale’de değil, Alman–Fransız cephesinde de benzer ateşkes ve kardeşlik anları
yaşanıyor. Askerleri kendi hallerine bıraktığınızda, o kadar da düşman olmuyorlar. Çünkü her
ikisi de ölüme gönderildiklerini biliyor.
Asker, “ölmenin ne demek olduğunu” bilir. Kendi iradesi dışında ölüme yollanan iki insan
topluluğu var orada. Birbirlerini tanımıyorlar. Bugünün dünyasında da aynı: Birbirini
tanımıyorsan savaş, tanıyorsan cinayet diyoruz.
Yöneticiler ise bütün tarih boyunca kötülüğü besliyorlar. Çünkü iktidar çoğu zaman kötülüğe
dayanıyor. İnsanları birbirine düşman etmezsen, öldürmeye kışkırtmazsan, o bildiğimiz
anlamda iktidar olmuyor.
“İnsan emre itaat etmek zorunda değil”
Ragıp Bey karakteri, romanda aklıselimin ve vicdanın sesi gibi. “Talat yarın ‘çocuklara
ateş edin’ dese ateş etmeyeceğim” diyor. “Bir şey ahlaka aykırıysa vatanın menfaatine
de aykırıdır” cümlesi, sadece 1915 için değil, bugün için de geçerli. Okura “Ben nereye
kadar itaat ederim, ne zaman başkaldırırım?” sorusunu sordurmak istediniz mi?
Ahmet Altan:
Bu sadece benim değil, bence edebiyatın talebi. Vicdanına aykırı bir emirle karşılaştığında
boyun eğmek zorunda mısın? Çocukları öldürmek emredilirse gerçekten öldürebilir misin?
İyi bir asker, cephede yiğitçe savaşmış biri, eli kolu bağlı insanları öldürmeye o kadar kolay
razı olmaz. Bu, askerlik değil; kasaplık, cellatlık.
İnsanlar emre itaat etmek zorunda değil. Önce bunu kabul etmek gerek. “Kim veriyor bu
emri, niye veriyor?” diye sormak insan olmanın parçası. Düşünme kabiliyetinden
vazgeçersen insan olmaktan istifa etmiş olursun.
“Suçluyu cezalandırın, kavmini değil”
Romanda Şeyh Efendi’nin “Suçluyu cezalandırın, kavmini değil” cümlesi bugüne de
çok yakışıyor. Türkiye’de hâlâ bireysel suçu kolektif suç gibi cezalandırma
alışkanlığından söz edebilir miyiz?
Ahmet Altan:
Ne yazık ki evet. Yüz yıldır Talat Paşa’nın ruhu bu ülkede dolaşıyor. Osmanlı’yı batıran
İttihatçı zihniyetin yöntemleri hâlâ yürürlükte. Çünkü çok kolay bir yönetim biçimi: Topluca
düşman yarat, bir grubu şeytanlaştır, herkesin korkusunu, öfkesini oraya yönelt.
İyi yönetici kimdir? Yönettiği toplumun güven içinde, huzurlu ve görece zengin yaşamasını
sağlayan kişidir. Biz, tarihimizin büyük bölümünde bunu başaramadık.
Bu sadece yöneticilerin suçu değil. Toplum da kendine böyle yöneticiler seçiyor, onları başta
tutuyor. İttihatçılık anlayışı kesintisiz sürüyor. Talat Paşa’nın yöntemi –“büyük bir topluluğu
düşman ilan et, ez, vatanı koruduğunu söyle”– bugün de birçok yerde aynen devam ediyor.
Talat Paşa: Korku, ideoloji ve zorbalık
Romanda Talat Paşa’yı da daha “anlaşılır” kılan, yani onun zihnini de gösteren bir
portre var. “Ben günahı üstleniyorum, cehennemde yanacağım ama ulusa bir ülke
bırakacağım” diyebiliyor. Bunca insanı öldürürken ülke için iyi bir şey yaptığına
inanması size tuhaf gelmiyor mu?
Ahmet Altan:
Her kötülüğün bir ideolojisi, bir gerekçesi vardır. Talat sırf kötü bir adam olduğu için
yapmıyor bunu. Kafasında bir neden var ve onu çok geçerli sanıyor.
Balkan bozgunundan çıkmış, yenilmiş bir imparatorluğu yönetiyorlar. Korkuyorlar.
“Anadolu’yu da kaybedersek gidecek yer yok” duygusu var. Doğu’da Ermenilerin Ruslarla
birlikte hareket edeceğine inanıyorlar.
Talat’ın kafasındaki formül şu: “Ermenileri yok edersek Anadolu’yu kurtarırız.” Bunun bir
günah ve suç olduğunu biliyor. Osmanlı Anayasası’na göre de suç. “Gerekirse cehennemde
yanarım ama vatanı kurtarırım” diyerek kendince bir ahlaki zemin kuruyor.
Saf kötülük yok. Kötülüğün kendisine bir mantık uyduruyor. Ama bu mantığın ne kadar
gerçeğe uygun olduğunu, meseleyi çözüp çözmediğini sormuyor. Zaten tarih bize bunun
çözüm olmadığını gösterdi. Zorbalık, her zaman bir kabiliyetsizliğin işaretidir. Sorunu
çözemeyen, korkusu büyüyen yönetici zorbalığa sarılır.
Umut ve umutsuzluk: Efronya ile Hikmet Bey’in iki yüzü
Romanda umut sanki Efronya’nın omzunda. Tanrı’ya küskün ama insanlara
merhameti hiç azalmıyor. Buna karşılık Hikmet Bey, “Bu topraklarda bir ümit yok.
Hep aynı canavarı doğuruyor,” diyor. Sizce haklı mı? Bu topraklar hep aynı canavarı
mı doğurur?
Ahmet Altan:
Efronya hem büyük acılar yaşamış hem de başkalarının acılarını dindirmeye çalışan bir
kadın. Kocasını kaybetmiş, Tanrı’ya bu yüzden isyan ediyor ama şunu görüyor: Herkesin bir
acısı var. Elinden geldiğince iyileştirmek istiyor.
Bazı insanlar böyledir; varlıklarıyla güç verirler. Hemşirelik, doktorluk, edebiyat, bilim…
Hepsi aynı eğilimin farklı yüzleri. Biz çift kutuplu bir yaratığız: Bir yanımız kötülüğe
çekiliyor, bir yanımız onu iyileştirmeye çalışıyor.
Hikmet Bey ise daha rasyonel, daha karamsar. “Biz tragedyanın korosuyuz,” diyor.
Yaratmayan ama gören, söyleyen, kaydeden bir azınlık. “Bu topraklarda bir ümit yok, hep
aynı korkunç adamları doğuruyor,” derken, bugüne de bakıyor.
Sadece bu topraklar değil, bugün dünyanın neresine gitsen bela, kan, düşmanlık görüyorsun.
İnsan türü çok kolay değişmiyor. Ama uzun vadede değişimi sağlayan da, işte o tragedya
korosu: Yani gerçeği gören ve anlatan azınlık. Onların sözleri birikir ve sonunda insanlığın
içinde bir şeyleri değiştirir.
“Benim görevim yazıyı korumak, yazarı toplum korumalı”
1915 hâlâ tabu bir konu. Bu romanı yazarken “Başına yeni bir bela açarım” diye hiç
çekinmediniz mi?
Ahmet Altan:
Bir Fransız gazeteci bana aynı şeyi sordu. Aslında demek istediği şuydu: “Sen şuursuz
musun?”
Benim görevim yazarı korumak değil, yazıyı korumak. Sadakatim yazara değil, yazıya.
Yazıya ihanet edersem varlığımın sebebi kalmaz. Yazarın çıkarıyla yazının çıkarı çatışırsa
ben yazıyı seçerim. Yazarını korumak toplumun işidir; ister korur ister korumaz. Ben ne
anlatmam gerektiğine inanıyorsam onu anlatırım.
Korktuğum için yazmamak bana çok ağır gelir. Kadınlardan korkuyorum, o ayrı… Ama bir
erkekten korkmak içime sindirebileceğim bir şey değil. Biraz maço tarafım var belki, ama
böyle. Korkuya teslim olursam, “biraz daha rahat yaşamak” uğruna yazmam gerekeni
yazmazsam, hayatın anlamı kalmaz benim için.
“Yazmak, çölde yürümek, sonunda çölü geçmenin ferahlığıdır”
Son cümleyi yazıp “Bitti,” dediğinizde ne hissettiniz?
Ahmet Altan:
Bu zor bir kitaptı. Yazıp yazamayacağımı, üstesinden gelebilip gelemeyeceğimi
bilmiyordum. Yazarken de “Acaba çok kötü mü yazıyorum, daha iyisini beceremiyor
muyum?” diye düşündüğüm oldu. Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”ni yazarken güncesine
“Berbat oluyor ama daha iyisini beceremiyorum” diye yazdığını hatırladım sık sık.
Bir roman yazmak, çölde yürümek gibi. Hiç iz yok, pusula yok, harita yok. Bomboş
sayfalarla baş başasın. Kendi yolunu kendin bulacaksın.
Roman bittiğinde, o çölü geçmiş oluyorsun. Başlarken de, ortasındayken de geçip
geçmeyeceğini bilmiyorsun. O yüzden bitirdiğimde önce şaşırdım: “Bitti. Bir tane daha
yazdım.”
Yazı yazmayı seviyorum. Yazmak beni mutlu ediyor. Yazmadığım zaman vicdan azabı
çekiyorum. Sanki işimi yapmıyormuşum gibi. Yaşım ilerledikçe çalışkanlığım arttı.
Hayatımda hiç bu kadar bereketli bir dönem yaşamamıştım. Çok çalışıyorum, çok yazıyorum
ve bu beni mutlu ediyor.
“Yazı, ağacın meyve vermesi gibi; vicdan için değil, kendi tabiatı için”
Okurda ne olsun istiyorsunuz? Yeni vicdan dosyaları mı açılsın, bugüne
paralellikler mi kursunlar, yoksa “Kim ne isterse onu düşünsün” mü diyorsunuz?
Ahmet Altan:
Yazı biraz saf bir şeydir. İçinde vicdanı elbette barındırır ama vicdan olsun diye yazılmaz.
Yazının kendi gerçeği vardır.
Babam, “Sanat hayattan daha gerçektir,” derdi. Çünkü hayatta herkes sana kendini gösterdiği
kadarını gösterir. İçindeki sırları, karanlıkları bilmezsin. Edebiyat ise insanların sakladığı
karanlıklara fener tutar.
Ben de yazarken bunu yapmaya çalışıyorum. Bu, ağacın meyve vermesi gibi. Bir elma
ağacına “Niye elma veriyorsun, vicdani bir nedenin mi var?” diye soramazsın. Onun tabiatı o.
Yazarın da tabiatı yazmaktır.
Okurlar ne düşünecek, ne hissedecek, bu her okura göre değişir. Benim görevim onların bir
şey hissetmesini sağlamak. Düşünceden önce duyguyu harekete geçirmek.
Elbette içten içe şunu isterim: Benim kağıda koyduğum işaretler bende hangi duyguyu
yaratıyorsa, onlara bakanlarda da benzer bir duygu uyansın. Kitabı okuyan herkese sorarım:
“Ne hissettin?” Eğer benim hissettiklerime yakın bir şey hissetmişse, niye yazdığım ortaya
çıkar. Hissetmemişse, yeterince başarılı olamamışım demektir.
Ama bütün bunları kitabı bitirdikten sonra düşünürüm. Yazarken sadece yazarım. Nasıl
yürüdüğünü düşünen, olduğu yerde çakılı kalır. Yazarken “Okur ne der, vicdan ne der,
siyaset ne der?” diye düşünürsen yürüyemezsin. Yazı akmaz.
Okuru bol olsun diyelim o zaman. Ben okudum, herkese de yeni yılda kendilerine bir hediye
olarak bu kitabı almalarını öneriyorum. Hem 1915’e hem bugüne başka bir gözle bakmak
için… Geldiğiniz için çok teşekkür ederim.
Ahmet Altan: Ben teşekkür ederim. Burak Akif CAN/ZAMAN Avustralya