[HABER-YORUM: KEMAL AY-724.COM]
İnsanı rüyalarla ilgili çokça düşünmeye sevk eden Inception (2010) isimli filmde, hani şu Leonardo Di Caprio’nun başrolünde olduğu, Christopher Nolan’ın yönettiği filmde yani, bir insanın rüyada olup olmadığını anlaması için kendine basit bir test yapması gerektiği anlatılıyordu. Basit bir soru. Şu: “Buraya nasıl geldim?”
Eğer kişi, oraya nasıl geldiğini hatırlamıyorsa, büyük ihtimalle bir rüyanın içindeydi. Gerçekten de rüyalarda böyle olmaz mı? Hele de bir kâbussa. Bir anda insan kendini büyük bir stres altında hisseder. İçine nasıl düştüğünü bilemediği bir durumda debelenir durur. Öyle ki, kan ter içinde uyanır ve rüya etkisini bir süre daha gösterebilir.
“Buraya nasıl geldik?”
Eğer toplu hâlde bir rüya görmüyorsak yahut bazı filmlerde olduğu gibi bu yaşananlar içimizden birisinin rüyası değilse, oturup uzun uzun bunu tartışmamız gerekiyor. Yaşanan her olayda, başımıza gelen her durumda “Ne oldu da bu noktaya vardık?” diye sormak zorundayız.
Zira Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında da işlediği gibi, otoriter rejimler aslında bizleri “bilgisiz” bırakmazlar, “aşırı bilgi” pompalayarak bizi bir çeşit ideolojik körlüğün içine hapsederler. İdeolojik körlük de, başını ve sonunu kaçırdığınız bir ‘an’ın içinde yaşamak demektir. Tıpkı bir rüya gibi. Rüyalarla ideolojilerin vaat ettiği cennetler birbirine yapısal olarak çok benzerler.
Halep rüyası/kâbusu
Halep’te mesela neler olup bittiği böyle bir rüya sahnesine benziyor. Herkesin anlattığı başka. Körlerin fil tarifi gibi. Suriye’ye yakın kaynaklar Halep’in “özgürleştirildiğinden” bahsediyor size mesela. Cihatçılar arasında yaşayan sivillerin nasıl da Suriye Ordusu askerlerine sarılarak sevindiklerini gösteren görüntüler paylaşıyor.
Birleşmiş Milletler’e bakıyorsunuz, daha ilk gününde Halep’e girişin 82 sivilin katledildiğini duyuruyor. Türkiye’nin de taraf olduğu Özgür Suriye Ordusu’na yakın haber kaynakları, sosyal medyada “Bu son olabilir” diyerek duygusal mesajlar paylaşıyor. “Halep’te vahşet” içerikli görüntülerin bir kısmının propaganda maksatlı uydurulduğunu görünce ama, canınız sıkılıyor.
Suriye ve Rus yanlısı gazeteciler hemen bu ‘sahte haberleri’ gündeme getirip Halep’in emperyalizmin elinden kurtarıldığını haykırıyor. Suriye içindeki cihatçı grupların vahşetini anlatıyor onlar da. Oysa Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’a sorulduğunda, basitçe, “Bu bir savaş” sözünü işitiyorsunuz.
Sizin kurbanınız hangisi?
Türkiye’de ise herkesin favori bir ‘kurbanı’ var. Soğuk Savaş ayrımları hâlen sürüyor. Amerikancılar ve anti-emperyalistler sanki daha önce büyük yıkımlara sebebiyet vermemiş gibi, dipdiri ideolojik masallarında yaşıyor. Herkes, kendi politik angajmanına göre, bir ‘kurban’ seçmiş ve diğerlerini pek görmüyor. Levent Gültekin’in dediği gibi Halep’e ağıt yakanlar Cizre’yi görmüyor.
‘Suriye bizim iç meselemiz’ miydi?
Çünkü ortada bir kâbus hâli var. 2011’de başlayan Suriye iç savaşına, dünyadaki hiçbir meseleye olmadığımız kadar angaje olduk çünkü. Daha ilk günden, “Esad’ın 6 aylık ömrü kaldı” dedik, Ortadoğu’ya nizam vermeye kalkıştık, Mısır’da Mursî’yi, Tunus’ta Gannuşi’yi ve Suriye’de de yine benzeri bir yönetimi iktidara getirince “Ortadoğu’da bizden habersiz yaprak kımıldamayacak” zannettik. “Suriye bizim iç meselemiz” dediğinde liderlerimiz, “Bir dakika, neden öyle olsun?” diyemedik.
Bu, belirli bir iktidar odağının peşinde sürüklenenlerin gördüğü rüyaydı. Suriye’de iç savaşa açık destek verirken İran’la ve Rusya’yla işbirliği de yapanların rüyasıydı. Bu noktaya nasıl gelindiğinin bir önemi yoktu. Şu anda “82 Halep” diyecek kadar özümsenen Halep elden gitmekteydi ve topyekûn bir ‘seferberlik’ hâli uygun görülmekteydi. Orada yaşanan ‘acı’, kalplerini dağlıyor sanabilirsiniz uzaktan bakınca. İçlerinde gerçekten samimi olanlar da vardır muhakkak. Ama daha ötesinde, bir ‘güç mücadelesi’nin yansıması olanlar. “Bizim kabilenin” savaşı bu.
Suriye’de ‘paralı askerlerini’ (vekâlet savaşları) çarpıştırarak güç savaşı yapan Ortadoğu ülkelerinin ve bu savaşa müdahil olarak güçlü konumlarını sürdürmek isteyen ABD, Rusya ve Çin’in çarpışıp duran çıkarları arasında, romantik bir türkü söylemeye çalışmak, beyhude oysa. ‘Devrim’, bir zalime karşı zalim olduğunu söyleme noktasını çoktan geçti.
Cizre’yi, Sur’u, Mardin’i… görememek
Toplumun gördüğü bir başka kâbus, Güneydoğu’daki operasyonlarda yaşandı, yaşanıyor. PKK’yı ‘temizlemek’ üzere başlatılan askerî operasyonlar hem bölgeyi hem de bütün ülkeyi tehlikeye atacaktı. Bu, belliydi. Suriye’deki ‘maceraların’ bir bedeli vardı. Cihatçı örgütlerle sıkı fıkı olmanın bir bedeli vardı. Terörle ‘topyekûn mücadelenin’ de bir bedeli vardı.
Normal ülkelerde sınır içi ve sınır dışı askerî operasyonlar, azamî dikkatle yürütülür. Bu cerrahî bir durumdur çünkü. Bilinci açık hastaya kalp ameliyatı yapamazsınız. Eğer yoğun bir şiddete başvuracaksa devlet, bunu yoğun tartışmaların ardından ince bir işçilikle sürdürür. Şehirlere bombalar yağdırmak, tankını dilediği coğrafyaya sürmek, halktan aldığı gücün suiistimal edilmesidir. Tıpkı İsrail gibi, sizi ‘sınır tanımayan devlet’ (rogue state) hâline getirir.
ABD, Afganistan’da Sovyetlere karşı desteklediği cihatçı örgütlerin elinden 11 Eylül’ü yaşadı ve bunu, daha da agresif bir askerî harekâtla gidermeye çalıştı. Sonuç? 2003 Irak İşgali, bugünleri doğurdu.
Tarihi umursamamak
Güneydoğu’da yüz binlerce insanı evinden eden, masumların da kanını akıtan askerî operasyonların gerçekten de ‘çözüm’ olacağını düşünmek, tarihi hiç bilmemekten kaynaklanıyor. Tıpkı PKK’nın hâlâ silahla, şiddetle bir şey elde edebileceğini düşünmesi gibi. Türkiye’de bombalar patlatmanın ‘kâbusu derinleştirmekten başka işe yaramayacağını’ göremiyor. Bu arada, HDP’lileri, sivil toplumu ve masumları feda ediyor. Zira buraya nasıl gelindiği umursanmıyor. Anlık, ideolojik körlükler hüküm sürüyor.
Twitter’da @modernmice’ın dediği gibi: “Terör örgütleri mesaj vermek istiyorsa başka yol bulsun. Bizim canımız kıymetli değil. Biz ölünce kimse takmıyor. Mesaj değerimiz yok.” Gerçekten de terör örgütleriyle AKP arasındaki bu ‘kanlı’ iletişim biçimi, masumları, sivilleri, hayat tarzlarını ve geleceğimizi emiyor. Karanlık bir uçuruma doğru sürüklüyor.
Kayseri’deki bomba mesela. 2007’de Hollanda Kraliçesi’ni ağırlayan, ekonomik başarılarıyla Avrupa’da tez konusu hâline gelen Kayseri’de, güpegündüz bir otobüs durağında bomba patlayabiliyor artık. Gaziantep’in ‘IŞİD’in merkezlerinden biri’ hâline gelmesi gibi bir durum bu. “Türkiye Pakistan olmasın” diyen eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün memleketinde artık Pakistan’daki gibi bombalar patlıyor…
Kâbustan uyanmak için
Bu kâbustan uyanmak istiyorsak, buraya bir günde gelmediğimizi anlamamız gerekiyor. Uludere’de 34 köylü öldüğünde, bugün hükümete destek veren, Halep’e ağlayan ve fakat Cizre’ye kılını bile kıpırdatmayan kimseler, “Unutursak kalbimiz kurusun” diyordu hatırlarsanız. Unutuldu. Üstelik hükümet Uludere’de çok sayıda üyesini kaybeden Encü ailesine zulmetmeye devam etti.
İçine düştüğümüz kazanın ateşi yavaş yavaş arttırıldı. Güç ve iktidar gayretiyle düşmanlar çoğaltıldı, köprüler bir bir yıkıldı, çelikten bir çekirdeğe dönüşmekten ve önüne geleni ‘ezip geçmekten’ başka çaresi kalmayan iktidar kendinden olmayan herkesi safdışı etmeyi şiar edindi. Terör örgütleriyle gayrinizamî ilişkiler içine girdi. Topluma nefret tohumları ekti.
Bu kâbusa bir anda düşmedik. Bir anda çıkmamıza da imkân yok. Her şey gözümüzün önünde, yaşandı. Sorumlular da ortada. Yöneticiler, ergenler gibi sağı solu suçlamak yerine yetişkinler gibi sorumluluğu üstlenip gereğini yapmadıkça da çözüm mümkün değil. Sandığın bir şeyleri önleyebileceği, değiştirebileceği günleri geride bıraktık çünkü…