Samanyolu Yayın Grubu başkanı, gazeteci Hidayet
Karaca’ya babası Kadir amca bir Ramazan bayramı hasretiyle mektup yazmış,
sizlere duyurmuştuk. Ruhunun ufkuna yürüyen Kadir amcanın oğluna yazdığı hasret
dolu satırları bir kez daha hatırlatmak istiyoruz…
gösterilmeden aylarca tutuklu yargılandı, tahliye kararı verilmesine rağmen bu
karar uygulanmadı, geçtiğimiz günlerde tek bir delil gösterilmeksizin
hazırlanan iddianameyle yargılandığı davada 31 yıl hapis cezası aldı. Hidayet
Karaca’nın 3 yıldır yaşadığı sıkıntılı dönem başta ailesi olmak üzere hukuka
inanan herkesi yaraladı. Dün vefat eden babası Kadir Karaca hapiste bulunan
oğluna bir bayram günü yazdığı mektupla seslenmişti. Kadir amca tarafından
yazılan mektupta duygu dolu ifadeler vardı…
o mektup…
…
oğlum;
Hidayetim…
Sen
Silivri’de cezaevinde küçük bir odada, ben dışarıda büyük hapishanedeyim. Her
yer dar geliyor. Kederim olsa da kadere razıyım. Biliyorum ki, sen
çocukluğundaki kadar masumsun.
Şimdi
seni düşünüyorum ve bir film şeridi gibi geçiyor hayat gözlerimin önünden.
Vaktiyle
Çankırı’dan, köyden kalkıp İstanbul’a gelmişiz. Tozkoparan’da oturuyorduk…
Ben
bir işçiydim. Fabrikada çalışıyordum. İki ablandan Zahide ve Fatma’dan sonra
sen doğdun.
Aile
büyüklerine hürmeten adını Rauf koyduk.
Bir
müddet Rauf olarak çağrıldın, sonra da Hidayet oldu adın.
Galiba
bu durum üç ay sürdü.
Evimize
huzur getirdin, mutlu ettin hepimizi…
Hidayet…
Sakin
bir çocuktun.
Sanki
biraz akranlarından hızlı büyüdün ve hızlı olgunlaştın.
Ne
mahallede, ne de okulda kimseyle kavgan olmadı.
İlkokulu
bitirdin, ama önünde iyi bir örnek olmadığı için bir hedefin yoktu. Ne olmak
istiyorsun diye sorulunca o günlerde sessiz kalıyordun…
Hatırlarsan
seni cumartesi günleri çalıştığım fabrikaya götürüyordum. Ben orada depoda yük
taşırken sen de o küçük ellerinle bana yardım etmeye çalışıyordun. Müdürler,
şefler vardı, hepsi de okumuş insanlardı ve emir veriyorlardı bizim gibilere…
“İşim
bu” deyip ben aldırmasam da sen adeta kahroluyordun.
Hani
bir keresinde demiştin ki;
“Baba
ben senin gibi olmayacağım, emir almayacağım, okuyacağım ve emir vereceğim…”
Oğlum
ben mutluydum, helalinden kazanıyordum, çocuklarıma bir lokma haram
yedirmedim…
Ama
sen daha iyi olmalıydın, zaten gayretimizde bunun içindi…
Kararlıydın.
Başarılı
bir öğrenciydin.
Okuyup
adam olacağın daha ilkokul sıralarında belliydi.
Ablanlar
okula giderken, yaşın tutmadığı halde sen “ben de gideceğim” diye tutturunca
yaşını büyütüp seni de okula gönderdik…
Bir
arkadaşın vardı Oğuz. Babası öğretmendi, Şaban öğretmen. O seni tanıyınca; “Bu
çocuk okur” demişti…
Tozkoparan
İlkokul, Tozkoparan Ortaokulu, ardından Endüstri Meslek Lisesi…
Üniversite
sınavlarına girip Kocaeli Makine Mühendisliği’ni kazandın ama gitmedin. Sonraki
sene 9. Eylül’de makine mühendisliğini kazanınca hayatında yeni bir sayfa
açıldı.
Sene
1983.
Artık
gurbete çıktın.
Gittin
kayıt yaptırdın geldin.
O
gün ben yoktum yanında.
Sonra
kalacak yer aradık, devlet yurduna müracaat ettik, kabul ettiler ve İzmir’e
baba oğul birlikte gittik. Sen mi daha heyecanlıydın ben mi!
İzmir’de
seni bırakıp otogarda vedalaştığımızda araba hareket ettiğinde ben bir yandan
dua ediyor bir yandan da gözyaşlarımı siliyordum…
O
günlerde ben emekli oldum. Nihayetinde bir işçiydim… Az da olsa helalinden
kazanıyordum. Sen de kanaatkar bir öğrenciydin, israfın olmadı, bizi üzmedin…
Düzgün
bir çocuktun, yardımseverdin, çalışkandın…
İzmir’de
iyi insanlarla tanışmışsın, namazlarına da dikkat etmişsin.
Bir
yıl sonra yurttan eve çıkmaya karar verdin…
Hizmetle
tanışmışsın…
Tabi
biz o zamanlar hizmetin ne olduğunu pek bilmiyoruz.
Bir
avukat demişti ki, “Hidayet hizmet etmeye karar vermiş, o artık evlenmez…”
Çok
üzülmüştüm…
Öğrenci
evinde kalırken geldim gördüm ve mutlu oldum. Karabağlar’da, Kahramanlar’da,
Karşıyaka’da ziyaret ettim, arkadaşlarını tanıdım, çayınızı içtim, çorbanızı
kaşıkladım.
Bayraklı’da
da gelip gördüm seni…. O vakit evlenmiştin, öğrenci evinden biraz daha hallice
bir evde kurdun aileni…
Tabi
bir de Ankara yılların var…
İstanbul’dan
okumak için çıktın, tam 17 yıl sonra döndün.
Yıllar
sana hasretle geçti.
Üniversiteyi
bitirdin, master, doktora yaptın. Evlendin, İzmir’den sonra Ankara’ya
gittin.
Nasibini
sen mühendislikte değil de bambaşka bir alanda buldun. Medya ile
tanıştın…
Sen
hayatın boyunca hep yoğun yaşadın fakat gözün hep üzerimizdeydi. Aileni,
bizleri, akrabalarını ihmal etmedin.
Ailenin,
hatta sülalenin her şeyi senden sorulur. Herkes senden akıl almak ister.
Köyde
yaşamasan da köyü bilirsin.
Sabırlısındır
ama sinirlendiğinde senden biraz uzak durmak gerekir…
Bunu
mahkemede de göstermişsin, elini kaldırıp konuşuyorsun hakim beyle…
Sen
hiç kavga etmedin, kavgacı biri olmadın, yumruğunu sıkmadın kimseye, fakat
haklıysan asla boyun eğmezsin…
Oğlum
Hidayet;
Bilirsin
ama benden duymanı isterim; o dik duruşun, haksızlığa meydan okuyuşun var ya…
Başkaları gibi yüzünü saklamadın, tertemiz gittin. Çünkü dünya malında gözün
yoktu, zorlanarak aldığın bir daireden de başka bir şeyin olmadı…
Beni
çok gururlandırdı bunlar.
Herkes
biliyor ki, benim oğlum suçsuz.
Baba
yüreği dayanamıyor. Görüşlerde konuşamıyorum. Gözlerinin içine bakıyor ve
“oğlum nasılsın”dan başka bir şey diyemiyorum…
Boğazım
düğümleniyor, sesim çıkmıyor.
Olsun
sen bana bakma, ben böyleyim, biz iyiyiz.
Sen
çok şükreder, her şeyin olumlu tarafından bakmaya çalışırdın. Biz de, ne annen
ne de ben “bu felaket nereden geldi başımıza” demiyoruz. Takdiri İlahi,
buymuş, demek ki senin orada yiyeceğin rızk, yaşayacak zamanın, alacağın nefes
varmış…
Oğlum;
Seni
çok özledim, artık doya doya görmek istiyorum.
Camın
arkasından görmek yetmiyor. Açık görüşlerde yetmiyor. İlk zamanlar 45 dakikaydı
şimdi bir saat oldu. Ama yine yetmiyor.
Seni
orada bırakıp gitmek ağır geliyor…
Hatırlar
mısın, biz Merter’de oturuyorduk, sen Çamlıca taraflarında. Her hafta gelirdin
ziyarete… Sonra için elvermedi, bizi yakınına aldın, komşu olduk ve daha sık
görüyordum seni.
Her
gün evine giderken bizim evin önünden geçiyor, eğer bizim ışık yanmıyorsa,
meraklanıp mutlaka telefon ediyordun…
Ama
şimdi bunlara da hasretiz…
Sen
diyorsun ki, “baba burada daha sık görüşüyoruz…”
Peki
öyle olsun…
Merak
etme, bizim evin ışıkları yanıyor…
Annen
iyi, metin olmaya çalışıyor.
Dua
ediyoruz, Kur’an okuyoruz, seni hayal ediyoruz…
Hidayet,
oğlum;
Biliyor
musun, sen İzmir’e okumaya gidince annen evde senin sevdiğin yemekleri yapmayı
bırakmıştı. Bu yıllarca sürdü, o yemekler ancak sen tatillerde, geldiğinde
yapıldı. Annen şimdi de yapmıyor o yemekleri…
Allah
sağlık versin ama hasrete alışılmıyor ki…
Çayı
senin gibi ben de seviyorum ama kaç aydır bir bardak çay içemedim…
Eski
tadı yok çayların da…
Kusura
bakma, yüzüne söyleyemediklerimi içimden geldiği gibi yazıyorum şimdi…
Senin
iyi bir insan ve seveninin de çok olduğunu biliyordum, fakat bu kadarını asla
tahmin edemezdim…
Emniyet’e
seni görmeye gelemedim, içim elvermedi.
Çağlayan’a
Adliye’ye geldim. Beni yayın arabasının içinde oturttular.
Umutla
bekledik, inançla bekledik, sabırla bekledik…
Bu
zulme, bu adaletsizliğe, bu haksızlığa artık bir son vereceklerini umarken;
“Hidayet Karaca tutuklandı” haberi gelince dünyam yıkıldı…
Ahir
ömrümde bunları da yaşamak varmış.
Ama
dimdik ayaktayız…
Bu
onur hepimize yeter…
Bir
çığır açtın, senin sayende ülkedeki adaletsizlikler daha bir görünür oldu.
Bize,
bizim hayal ettiklerimizden çok daha ötesini yaşattın… Bu onur hepimize yeter,
tarih seni hayırla anacaktır.
Allah
hiçbir şeyi boşa yaşatmaz, bunun da vardır bir hikmeti.
Şu
Kadir Gecesinde ve bayram arefesinde gözlerimiz kapıda, seni bekliyoruz…
Şimdiden
Ramazan Bayramın mübarek olsun.
Allah
izin verirse, evimizde, olmazsa açık görüşte bayramlaşırız.
Annenin,
ablalarının da çok çok selamları var…
Sağol,
varol…
Arkadaşlarına
da selam ederim.
Gözlerinden
öperim…
Allaha
emanet ol. Baban
Kadir Karaca