Silivri Cezaevinde tutuklu bulunan Gazeteci-Yazar Bayram Kaya, mektup gönderdi.
“Soğuk beton bloklar arasında yaşamak zordur… Her yanını kapalıdır… Sanki kendinizi kapalı bir tabut arasında hissedersiniz… Nefes alamazsınız… Bir anda hayatınızın en önemli can damarının kesildiğini hissedersiniz…” Satırlarıyla mektubuna başlayan Gazeteci Kaya’nın Papatya ve Güneş başlıklı mektubu şöyle;
Damarlarınızın her hücresine nüfuz eden kan damlacıklarının bir kum saat gibi aktığını görürsünüz. Ancak bir şey yapamazsınız. Çaresiz ve pejmürde bir dilenci gibi yardım edecek bir göz ararsınız. Çevrenize bakarsınız, annesine muhtaç süt bağımlısı bir bebek gibi. Fakat ne çare… Yollar kapalıdır… Üzerinize sürgülenmiş mazgal ve başınızın üzerinde dalgalanan Demokles’in Kılıcı gibi sallanan bıçaklı teller ruhunuza işler…Hayattan kopartır sizi… Alır bir hastanenin en derinlerine saklanmış bir morg odası gibi, herkesin uzağına götürür. Kapınızın önünde sevdikleriniz nöbet tutan bir er misali beklerler… Derin derin ağlarlar… Kimi zaman o gözyaşlarını içlerine akıtırlar… Hüznün zirve yaptığı bir hengamede Fırat olurlar, Nil olurlar… Sizinle birlikte bu hayattan kaçmak isterler…
Bazen yardım ellerini uzatmak isterler, boğulmakta olan bir çocuğa uzattıkları gibi. Heyhat, kapılar sürgülüdür… Dünya hayatında en değer verdiğiniz insanlar, kapınızda sıra olmuşlardır… Sizden bahsedenler… Uzun uzun… Ne methiyeler düzülür ardınızdan, sizin de bilmediğiniz… Bir an üzerinizden bembeyaz kefeni bir kenara fırlatıp yanlarında olmak istersiniz.
En diplerine kadar sokulup gururla dinlersiniz methiyeleri.. Kimi zaman içtenlikle onlara katılır söylenenlere alkış tutarsınız… Evet, bu bahsedilen benim dersiniz… Fakat kimsecikler sizi duymaz… Ne var ki siz üzerinizde sallanan beyazlıktan habersizce çevreyi kolacan etmeye devam edersiniz… Sanki mahallenin bir bekçisi gibi asayım mıntıkası yaparsınız. Arkanızda saf tutup, morg kapısında sıra sıra bekleyen sevenlerinizi sayarsınız. Bir öğretmen edasıyla gelip gelmeyenleri not edersiniz bir kenara… Ancak elinizde ne kalem vardır ne de kağıt… Yalnızsınızdır… Bağırmak gelir içinizden… Avazınız çıktığı kadar bağırırsınız… Çığlıklarınız arş-ı alaya ulaşır adeta… Ne var ki kimsecikler kulak kesilmez… Üzerinize yığılmış beyaz örtüyü büyük bir hararetle fırlatmak istersiniz… Kimi zaman da bir aslanın kafesini pençeleriyle parçalamaya çalıştığı gibi tırnaklarınıza sarılırsınız. Avına sıkı sıkıya sarılan bir kurt gibi beyaz örtüyü parçalara ayırmak istersiniz. Ama bir bakarsınız pençeleriniz dibinden sökülmüştür. İşte o an kendinizi karanlığın en boğucu anına teslim edersiniz… Korkarsınız, bir çocuk gibi… Annesine muhtaç bir yavru gibi, koruyucu meleğinizi ararsınız pervasızca… Elinizi uzatırsınız, tutanınız hiç olmaz. İşte o an anlarsınız yalnız kaldığınızı… İşte o an hesap vakti olduğunu düşünürsünüz… Umutsuzca sıranızı beklersiniz. Safderun bir yavru gibi size şefkat gösterecek bir göz ararsınız… Bu kimi zaman saatler sürer, kimi zaman ise aylar… Ve yıllar… Ne gelen vardır ne de giden… Yalnızlık çöker ruhunuzun en derinlerine… Hıçkırıklarınız artık arşı sarsa da kulak veren kimseler olmaz… Olamaz…
Tutsaklık kimi zaman küçük bir ölümdür adeta insanoğlu için. Özgürlüğünden ve varlığından uzaklaştırır. Artık siz, siz değilsinizdir. Başkalarına bağlıdır hayatınız. Bir robot gibi kurgulanmıştır düzeniniz. Her şey sıradan ve bayağıdır… Kimi anlar küçük şeyler sizi hayata bağlar, kimi zaman da hüzne garkeder. Esaret altında tutulduğunuz hücreniz sizin için bazen asa-yı cennet olur, kimi zaman Mısır’ın Kıpti’lerinin azap çektiği dipsiz bir kuyu… Mutluluk ve hüzün arasında derin uçurumlar vardır… Bir an Everest tepesinin zirvesine çıktığınızı düşünürsünüz, bazen de Lut gölü gibi yerin binlerce metre altına dalarsınız. Ben neredeyim acaba soruları kafanızın içerisinde uçar durur. Bir rüzgar gibi sizi bir o tarafa bir bu tarafa sürükler durur… Hava boşlukları arasında gel gitler yaşarsınız… Adeta gece ile gündüzünüz birbirine karışır… Denizaşırı ülkelere seyahat eden bir seyyah gibi jetlag olursunuz… Dengeniz alt üst olur… Soluduğunuz havadan ve yediğiniz yemekten tat almaz olursunuz…
Fakat her şey senin elindedir. Mutlu olmak da mutsuzluk da… Hücrenin ışığı her zaman ümittir. Onu ne kadar çok solursan, hücrelerine o kadar çok nüfuz eder. Beton bloklar ve dikenli teller aslında sadece bir göstergeden ibarettir. Ruhun en derinine nüfus etmek için bir güvenlik algısıdır. Ancak onu yok saymak da tutsaklık yaşayanın elindedir. Ne yapmalıyım diye düşünmeye hiç gerek yok… Görmemek en ideali… Sanki özgür bir dünyada eşinizle, çocuklarınızla geziyor gibi havaya bakmayacaksınız… Dikenli telleri ruhunuzdan çıkaracaksınız. Kafanızı ve ruhunuzu başka alanlara kanalize edeceksiniz… Çevrenizde halelenen beton blokları ise evinizin bir duvarından ibaret göreceksiniz. Mazgal deliklerinden sizinle yapılan irtibatları da komşuluk irtibatı diye kafanıza kazıyacaksınız… İşte o zaman yeni bir hayata başlangıç yaparsınız… Kendinizi sürekli meşgul etmede en önemli olguların başında geliyor…
Umut ve özlem… İki sihirli kelime… Aslında dünyanın temelinde yer alan önemli temel kavramlar… Bunları bulduğunuzda her şey emrinize serilir… Kaybettiğinizde ise ikinci ölümü yaşadığınızın resmidir… Adeta damarlarına zehir enjekte edilmiş bir uyuşturucu bağımlısı gibi deli divane gibi olursunuz. Yediğinizi ve içtiğinizi bilmezsiniz… Beton duvarlar sadece kafanızın üzerinde değil, ruhunuza da işler… Ancak küçük bir mutluluk da bizim elimizde… Tabi ki görene… Geçen gün, güneş hücremin tepesine yaklaştı. Güzel ve alımlı genç bir kız gibi gülücükler yağdırdı adeta. Bir anda ruhumda gelincikler baş göstermeye başladı. Ne mutluluk… Anlatmanın tarifi ne mümkün… Sadece bana gülümsemedi güneş… Küçük ve dar avlumun köşesinde de kendini gösterdi. Bir ana şefkati gösterir gibi her tarafı kucakladı. O da ne! Beton bölmeler arasında sarı bir papatya… Ana rahminden dünyaya gelmeye hazırlanan bir bebek misali başını göstermeye başladı. Suyla birlikte güneş bir olup, bir hediye göndermişti bana… Ne büyük mutluluk. Hele açık görüş öncesi gelen bu hediyeye ne demek gerekiyor… Bir hafta özenle korudum papatyayı. Suyunu özenle verdim. Anlıyordum ki bu papatya benim eşime ve kızıma götürmem için gönderilmiş bir hediyeydi. Güneş, her zaman sanki bana inat papatyamı özenle besledi. Büyümesine zemin hazırladı…N e var ki görüş gününde güneş başını göstermedi. Papatya sabahın erken vaktinden itibaren gözleriyle güneşin o sıcacık yüzünü aradı, masum bir çocuk gibi. Biliyordu ki o gün en sevgililere ulaşacaktı. Heyhat… Güneş gün boyu ortalarda yoktu. Hem benim hem de papatyanın ruhu yaralanmıştı… Açmayan bir papatya neye yarardı ki? İkimiz de deli divane gibi görüş saatine kadar avlunun içinde pervane oluyorduk… Gözümüz, her an gelecek güneşin o sevimli yüzündeydi… Ama görüş saati geldiğinde güneş hala ortalarda yoktu. Umutsuzca papatyaya yaklaştım… ‘Affet beni’ dedim… O da Hz İsmail’in İbrahim’e boynunu eğdiği gibi hüzünle ve ıstırapla, mahcubiyetle bana baktı… ‘Kopar beni ve sevdiklerine ulaştır’ dedi… ‘Kapalı olsam da onların ruhunda yeniden açarım’ dedi… Ben de daha fazła kıramadım… İki dal papatyayı kopararak cebimin en ücra köşesine saklarcasına sevdiğim iki insana götürdüm… Papatya haklıydı… Açmamıştı dalları… Ama gülleri alanlar onu ellerine aldıklarında ruhlarındaki mutluluk yüzlerine sirayet etmişti… Papatya yine haklı çıkmıştı. Asıl esaret içinde yaşadığındı… Önemli olan onu ruhuna almamandı…
BAYRAM KAYA-3 Ağustos 2018-Silivri Cezaevi