Cemil Tokpınar-tr724.com
Fitne sürecinin ilk günleriydi. Arkadaş çevremizden bir hocamız, basında çıkan süreç haberlerini arkadaşlara mail olarak atmayı kendisine vazife kabul etmiş, bizleri aydınlattığını sanıyordu. Bir gün yine bir mail atmıştı. Güya meşhur bir gazeteci Twitter’da, “Hocaefendi adalet ve içişleri bakanları ile emniyet genel müdürü bizden olsun, demişti. Teklifi kabul edilseydi bu kavga çıkmazdı” şeklinde bir iftirayı paylaşmıştı.
Okur okumaz içimden bir iftira olduğunu hissettim. Bir kere Hocaefendi böyle bir şey söylemezdi. İkincisi, haber diye bana gelen bu Twitter hesabı ve bu mesajı araştırmam, önce bilgiyi kontrol etmem lazımdı. Çünkü bir bakıma “kardeşlik suresi” diyebileceğimiz Hucurat Suresinin 6. ayetinde böyle emrediliyordu:
“Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”
Süreçte en çok uygulanmayan ayetlerden biri buydu. Hemen Twitter’a girip adresi kontrol ettim. O isim için açılmış iki adres vardı. Sözü edilen mesaj 20 bin takipçisi olan bir hesaptan paylaşılmış, ama gerçek hesabın 600 bin takipçisi vardı. İşin asıl ilginç yanı, adı geçen gazeteci, “Ben böyle bir tweet atmadım, adı geçen hesap sahtedir, benim değildir” diyordu.
Mesele anlaşılmıştı. Cemaati ve Hocaefendiyi bitirmek için yıllardır plan yapan şer odakları yalan ve iftirayı birinci prensip hâline getirmişler, adeta cemaatin aleyhine olabilecek her şeyi meşru görüyorlardı.
Bu yalan ve iftirayı bana gönderen, kendi sohbet grubuna Kur’an dersleri yapan çok samimi, ihlâslı ve sünnet üzere yaşayan bir hocaydı. Peki, cemaat söz konusu olunca Kur’an ayetleri unutuluyor muydu? Benim yaptığım araştırmayı önce onun yapması gerekmiyor muydu?
Kendisine mail atarak yaptığım araştırmayı ve neticeyi bildirdim. Bana ve mail grubundaki bütün arkadaşlara bir mail atarak gerçeği duyurması ve araştırmadan iftiraya alet olduğu için özür dilemesi, girdiği günahtan dolayı da tövbe ve istiğfar etmesi gerekmiyor muydu? Maalesef, ne düzeltme maili attı, ne de özür diledi.
“Kur’an’ın hükmüne uyarak doğru olup olmadığını araştırdın mı?”
Ertesi gün bir toplantıya gitmiştim. Bu kez aynı arkadaşın mailini okuyan, Kur’an ve hadis üzerine araştırmaları olan çok samimi ve gayretli bir hocamız, “Gördün mü bak senin Hocan ne demiş?” dedi. Ben de “Ne demiş ağabey?” diye cevap verdim. Aynı iftirayı dile getirdi. “Peki, Kur’an’ın hükmüne uyarak doğru olup olmadığını araştırdın mı?” diye sordum. Maalesef araştırmadığını söyledi. Ben de yaptığım sorgulamayı anlattım. Ama ne bir pişmanlık sergiledi, ne de özür diledi.
Oysa daha birkaç gün önce beraber televizyon programı yapmış, kardeşliğimizi bozacak bir fitnenin her yeri sarmak üzere olduğunu ve buna çözüm olarak Hucurat Suresindeki bütün prensipleri hakkıyla uygulamak gerektiğini anlatmıştık.
Demek ki insanlar bir ihtilaf çıktığı zaman bir tarafı tercih ediyor, sonra da her şeyi tarafgirlik esasıyla değerlendiriyorlardı. Oysa çıkan kavgada hasmımız dahi olsa, hatta her bakımdan düşman olduğumuz bir kişi dahi olsa hakkında söylenenleri kontrol etmeden, doğruluğunu ispatlamadan inanmak, kullanmak, sosyal medyada yaymak doğru değildir.
Bütün sosyal medya mecralarında (Facebook, Twitter, WhatsApp, Instagram, Youtube vs.) yapılan en büyük hata, bilginin doğruluğunu sorgulamadan paylaşmaktır. Bilgi yalan ve iftira ise, onun hakkında yapılan bütün yorumların, tartışmaların, kavgaların sorumlusu, o bilgi veya haberi ilk çıkaran ve paylaşanlara aittir.
Tarafgirliğin verdiği uğursuz ve geçici lezzet için cehenneme odun taşımaya değer mi? Tereddüt ettiğimiz hesap, adres, haber, bilgi ve iddiayı araştırsak ve neticeye göre hareket etsek ne kaybederiz?
Peki, nasıl araştıracağız? Haber ve bilgiyi ilk paylaşanın kaynak olarak verdiği yazı, hesap, gazete, televizyon programından başlayabiliriz. Hakkında iddiada bulunulan şahıs acaba bir açıklama yapmış mı? Eğer bir sonuca ulaşamadık ve tereddüdümüz devam ediyorsa ya bir süre beklemek ya da paylaşmamak gerekir.
Diyeceksiniz ki, “Doğruluğunu araştırmak gibi bir hassasiyet şöyle dursun, bile bile yalan ve iftirayı atan, yayan, paylaşan kimselerin durumu ne olacak?”
Bilerek yalan ve iftirayı atan ve yayan kimseler, ahirette sebep oldukları fitne ve tahribat ölçüsünde cezalandırılırlar. Milyonlarca insana atılan bir iftirayı, milyonlarca insana duyurmanın cezası da herhalde ancak cehennem olabilir. Keşke önceden tövbe ve istiğfar edip iyi ameller yapabilseler… Çünkü dünyada kendisine hoş gelen tarafgirlik gafletinden cehennemde uyanmak çok geç olur ve artık iş işten geçmiştir.
Düşmana karşı bile hakperest olmak gerekir
Sosyal medyada herkesi “bizden” ve “onlardan” diye ayrıştırmak doğru değildir. Maalesef böyle bir sınıflandırma yapılıyor ve “bizden” sınıfına girenleri hep desteklemek ve lehlerinde olmak, “onlardan” sınıfına girenleri de hep karalamak ve aleyhlerinde olmak prensip hâline getirilebiliyor.
Çok meşhur bir örnek: Bir vakfın yüzlerce şubesinden birinde, kısa bir süre öğretmenlik yapan bir kimsenin öğrencilere yönelik bir suçu yüzünden vakfın adı kasıtlı olarak o hatayla birlikte anılıyor.
O vakıf, cemaat veya grup, bir kişinin hatasıyla toptan mesul olabilir mi? “Suçun şahsîliği” prensibi nerede? Kur’an’ın, “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez” esası neden uygulanmaz? Herhangi bir grup zulmeden bir iktidarı desteklese dahi, herkes sadece yaptıklarından sorumludur. Yoksa bir başkasının hatasıyla sorumlu olmaz.
Aksi takdirde o vakıf veya topluluğun yaptığı faaliyetler içindeki bütün hayırlı işler yok sayılmış olur. Sadece o vakıf veya dernek, bu tür hatalara karşı dikkatli ve tedbirli olması, suç işleyenin hak ettiği cezayı alması konusunda uyarılabilir.
Çok önemli bir husus da şudur: Dine, dindara ve dinî eğitime karşı olanların nazarında bütün dinî cemaatler gereksizdir, suçludur, kökü kazınmalıdır. Hatta dinî bir grubun hatasını, bütün dindarlara mal ederek, sanki bütün dindarlar öyleymiş gibi yaygara yapar, kendi ahlâk ve iffet dışı hallerini gizlemek hatta yok saymak isterler. İşte dindar kimseler, siyasî veya başka ayrılıktan dolayı dindar bir grubu toptan suçladıklarında farkında olmadan kendi düşünce ve hedeflerini de mahkum etmiş olurlar. Çünkü şu anda uygulanan plan, dini, dindarları, dinî grupları ve kurumları itibarsızlaştırma, hatta şeytanlaştırma projesidir. İşte ancak “suçun şahsîliği” prensibini uygulayarak bu tuzağa düşmekten kurtulabiliriz.
Bir başka örnek: Bu süreçte zulmün yanında olan yalancı, ama kendini dindar gören bir yazar hakkında bir iddia okudum. Baktım önüne gelen okuduğunu araştırmadan paylaşıyor. “Acaba böyle yazmış olabilir mi” diye ilgili yazısını buldum ve okudum. Maalesef iddia edilenin tam aksini yazmış. Hatta Twitter hesabından hakkındaki iftirayı reddetmiş. Pes doğrusu dedim. Haberi yapan gazete hem yazarın yazısını kaynak göstererek güya centilmenlik yapıyor, ama kolayca test edilebilecek bir konuda iftira atmaktan da çekinmiyor. Nasıl olsa sosyal medya kullanıcılarının çoğu ne atarsan yiyor, diye düşünmüş olabilir!
“Oh ne güzel, bizden değil nasıl olsa” demedim. İftirayı paylaşanları uyardım, yaptıklarının yanlış ve ayıp olduğunu yazdım. Silip özür dilemek mi? Ne gezer, hiç oralı bile olmadılar.
Kardeş kardeşi vuruyor
Sosyal medya paylaşımlarında gereksiz hatta zararlı bir tartışma ve kavga ortamını oluşturmak her zaman mümkün. Bilhassa üslup ayarlanamadığı zaman yanlış anlaşılmalar, hakaretler, suçlamalar olabiliyor. O kadar ki yan yana gelseler birbirini muhabbetle kucaklayacak iki kişi birbirine girmiş, takipçileri de kavgaya tutuşmuş, ortam gerilmiş, iki taraf oluşmuş ve savaş başlamış oluyor. Adeta kardeş kardeşi vuruyor, acaba biz ne yaptık diyen yok!
O kadar ki aynı tarafta olan, aynı mefkurenin adamı, aynı acıyla yanan, aynı sevdayla coşan iki kahraman, sırf usulsüzlük ve üslupsuzluk yüzünden birbirine girebiliyorlar.
Nereden biliyorsun, diyeceksiniz.
Çünkü her iki tarafı da şahsen tanıyorum. Bazen DM (özel mesaj) ile bazen telefonla uyarıp barıştırıyorum.
Kavgaya sebep, maalesef usulsüzlük ve üslupsuzluk. Önce nezaket, kibarlık, tatlı dil, sevgi, hoşgörü lazım. Ne oldu bize Allah aşkına!
Lütfen, üslubunuzu düşmanınıza karşı bile bozmayın, nezaketi elden bırakmayın. Çünkü diliniz alışır, birbirinize de kullanmaya başlarsınız.
Diyelim ki, bir paylaşımda yanlış bir tespit, bilgi, yorum, tavsiye var. Suçlamadan önce, DM’den sadece kendisine, nezih bir üslupla görüşünüzü yazın. Ulaşamazsanız veya kabul etmezse, açıktan uyarırken yine “iftiracı, şer şebekesi, fitneci, tuzak kuran” gibi suçlamalar ve yaftalardan kaçınarak, tatlı bir dille ikaz edin. Ne kaybedersiniz? Konu hakkında iki taraf oluşturup birbirine vuruşturmaya ne gerek var?
O kadar ki bazen çok iyi tanıdığım iki kişi bu şekilde birbirine girebiliyor. Kişileri suçlamadan önce profillerine ve paylaşımlarına bakarak tanımaya çalışın. Kesin bir kanaat oluşmazsa bile hemen kavgaya tutuşmayın. Sevap kazanalım derken durduk yere günah hamalı olmaya ne gerek var?
Çok önemli bir husus: Siz bu tavsiyelere uygun hareket ettiğiniz halde birisi sürekli sataşıyor, suçluyor, kavga çıkarmak, tartışmak istiyor olabilir. Ona da yine nezih bir şekilde kibarca cevap verilmeli. Hala şirretleşiyorsa, artık engellemek diye bir seçeneğimiz var. Tartışmaya girmeden engellemek, kavgaya girmekten çok daha iyidir.
Çok üzüldüğüm bir husus var: Şu yazdıklarımı bizzat uyardığım bazı kimseler bile, “Haklısın hocam, yanlış yaptım, daha çok dikkat ederim” diyor, ama bir başka gün aynı hatayı daima tekrarlıyor.
Allah aşkına biraz sabır, biraz temkin, biraz teenni, biraz mülayemet, biraz hikmet, biraz şefkat, biraz kardeşlik, biraz birlik ve beraberlik, biraz nezaket, biraz gayret…
Demek ki bu ifritten süreç insanların kimyasını, ahlâkını, âdâbını alt üst etti. Ama ne yapalım, bu hususta da imtihan olduğumuzu unutmadan, ahlâkî prensipleri bir meleke haline getirmemiz gerekiyor.
Elbette sosyal medya ahlâkı, bu yazdıklarımdan ibaret değil. İnşallah başka zaman tekrar farklı yönlerini ele alırız.