ERGÜN ÇAPAN-TR724.COM
Hizmet gönüllülerinin darbe teşebbüsü iddiasıyla katliamına fetva veren anlayışın ne ölçüde İslam Fıkhına uygun olduğu Ahmet Kurucan tarafından cevap verildi.
İslam Hukuku profesörü ünvanıyla cemaat katliamını dile getiren, hatta hedef gösteren, zemin hazırlayan asıl unsurun, yani istediği sonuca ulaşmak üzere Kur’an, Sünnet ve fıkhı parçacı, keyfi bir anlayışla yorumlama tarzının fecaati üzerinde durulmalıdır. Bu itibarla birkaç noktayı vurgulamanın hayatî lüzumuna inanıyoruz.1-İslam Dini’nin bütün emir ve yasakları insanın canını, dinini, aklını, malını, neslini (bazıları hürriyeti de ilave ediyorlar) koruma üzerine temellenmektedir. Pek çok ayet ve hadislerde muhafazası emredilen bu esasların, İslam alimlerine göre de hukuk sistemlerine göre de korunması ve gözetilmesi gerekmektedir.
2-Dinin korunmasını emrettiği değerlerin en başında insan hayatı gelmektedir.Kur’an, kasten, haksız yere bir insanın öldürülmesini bütün insanların öldürülmesine denk tutmuştur. (Mâide sûresi, 5/32) Yine Kur’an-ı Kerim’in, haksız yere ve bilerek bir insanın öldürülmesi suçuna getirdiği ağır tehdit tüyler ürperticidir ve başka hiçbir suç için vârid olmamıştır: “Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa sûresi, 4/93) İslam’ın insan hayatına bakışı bu çerçevede olduğu halde devlete isyan gerekçesiyle bir grubun mensuplarının tamamı için “öldürülebilir” kararı verilebilmektedir. Halbuki bahse konu 15 Temmuz 2016 olayının “Cemaatin devlete başkaldırısı olduğu” bir iddiadan ibarettir. Cemaat bu iddiayı ilk andan itibaren reddetmiştir. İddianın tarafı iddiasını ispat edemediği gibi, 15 Temmuz’u aydınlatmak girişimlerini akim bırakmış, araştırma isteklerini reddetmiştir. Buna rağmen ispatı yapılmayan bir iddiayı gerçek yerine koyup, somut delillerle iddianın ispatını aramadan, bir grubun bütün mensuplarını “baği” kabul ederek insanların hayatı karartıldığı gibi katliam fetvası ile kökünün kazınması istenmektedir. Böyle bir istek dinin ilk sırada korunmasını emrettiği insan hayatını, dini argümanlar kullanılarak dine rağmen basit, önemsiz bir şeymiş gibi mahvetmekten başka bir şey değildir.
3-Müslümanlar arası münasebetlerde pek çok ayet ve hadiste bildirildiği üzere, şefkat, merhamet, kardeşlik, sulh ve barış esastır. Bunun yanında Kur’an ve Sünnet’te müminler arasında anlaşmazlık, kavga, savaş ve isyan olduğunda da belli şartlarla kayıtlı sulh ve barış ortamını yeniden tesise yönelik hükümler konulmuştur. Bu husustaki hükümlerden biri de Hucurat suresinde müslümanların kardeş olduğu çok tekitli ifade ile vurgulandıktan sonra bu kardeşliği bozacak hatta birbiri ile savaşmaya, birbirini öldürmeye kadar götürecek durumlar olduğunda nasıl hareket edilmesi gerektiği bildirilerek tekrar kardeşlik ve sulh ortamının tesisi için belli şartlarla kayıtlı hükümler konulmuştur. İşte cemaatten olanların katlinin cevazına delil getirilen ayet de bu konudaki naslardan biridir ve bu siyak-sibak içerisinde yer almaktadır: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını bulup barıştırın. İçlerinden biri ötekine saldırırsa Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer vazgeçerse artık aralarını adaletle düzeltin.” (Hucurat, 49/9) bu ayetin hem siyak-sibak hem de kendi iç bütünlüğü saldıran, baş kaldıran grubun isyanından döndürülerek tekrar sulh ve barış ortamının tesisidir, katliam yapılması değildir.
4-Cemaat mensuplarının katlinin cevazına delil getirilen ayetin içinde isyan eden grubun vazgeçmesi halinde onlarla adaletle sulh yapılması gerektiği bildirilmektedir: “Eğer vazgeçerse artık aralarını adaletle düzeltin.” Nitekim ayeti bütünlüğü içinde ele alan İslam Hukukçuları, isyancılarla savaşma sadece fiili isyan hâline münhasırdır, demişlerdir. Darbeye teşebbüs ederek insanları katledenlerin kim olduğu somut delillerle tespit edilmediği ve üstelik üzerine sis perdesi çekildiği halde cemaate gönül veren, sempati duyan kendi işinde, hayır ve hasenat peşinde koşan binlerce insan potansiyel isyancı kabul edilerek hayatları karartılmaktadır. Mallarına, mülklerine, sahip oldukları her şeylerine çökülerek “ağaç kökü yesinler” denilerek açlıktan ölüme mahkum edilmektedirler.
5-Oysaki bu insanlar hayatları boyunca en küçük bir şiddete, kuvvete başvurmadıkları gibi sahip oldukları herşey (imanları hariç) ellerinden gasp edilerek alındığı pekçok zulme maruz kaldıkları halde yine de en küçük bir şiddete başvurmamışlardır. Durum böyle iken bu masum insanları devlete isyan ettiler (edecekler) paranoyası ile katliamını hedef göstermek ayeti, keyfi parçacı bir yaklaşımla yorumlamak demektir.
6-Katliama delil getirilen bu ayette gayet net bir şekilde “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa” buyrularak meşru, adil devlet yönetimine başkaldıran müminlerin işledikleri bu siyasi suç sebebiyle dinden çıkmadıkları, mümin oldukları bildirilmektedir. Mümin oldukları için de malları ganimet olarak dağıtılamaz, telef edilemez, yaralılar, esir alınanlar öldürülemez, aile fertleri esir alınamaz, onlara müsle yapılamaz. Zira Peygamber Efendimiz: “Müslümanın diğer Müslümana kanı, malı ve ırzı, namusu haramdır.” (Müslim, birr, 32; Ebu Davut, edep, 35 ) buyurmuştur. Devlete kuvvet kullanarak isyan edenlerden ele geçirilenlerin müminlerin malına, ırzına, namusuna dokunulmayacağı hususunda Hariciler hariç İslam alimleri ittifak etmişlerdir. Hariciler ise, müslüman kardeşlerinin, malını ve namusunu ganimet olarak görmüş, dinin ruhuna uymayan bu kırkharami anlayışlarını kabul etmeyen Hz. Ali’ye de isyan etmişlerdir. Şimdi bu açıdan meseleye bakıldığında İslam fıkhına göre isyan edenlerin bile, yakınlarına, mallarına, mülklerine dokunulmadığı halde hizmet gönüllüsü, sempatizanı hayır ve hasenat sahibi insanların, yakınlarının, müesseselerine, mallarına “Darbe bahane, yağma şahane” hırsıyla çökülmüş ve gasp edilmiştir. İslam Hukukçusu ünvanıyla konuşan da bu kırkharamiliğe “Kur’an’a, Sünnet’e ve İslam hukuku’na göre bu yaptığınız haramdır” diyerek itiraz etmemişdir.
7-Suçsuz insanların cezalandırılmasının yasaklandığı Kur’an’da beş ayrı yerde gayet net ifade edilmektedir: “Hiçbir suçlu bir başkasının suçunu yüklenmez.” (En’am, 6/164; İsra, 17/15; Fatır, 35/18; Zümer, 39/7; Necm, 53/38) Bu ayetleri hükme bağlayan İslam Hukuku’na göre de “suçun şahsiliği” temel prensiptir. Nitekim bu prensip evrensel bir hukuk normudur. Beraat-i zimmet esastır. İnsanlar suçlu oldukları delil ile ispat edilinceye kadar masum ve suçsuzdur. İslam Dini’nin temel kaynaklarına ve hukuka göre suçu delil ile tespit edilen insanın bile yakınlarına dokunulmayacağı gayet açık bir hüküm iken; suçsuz hizmet gönüllülerinin, sempatizanlarının annelerinin, babalarının, eşlerinin, kardeşlerinin, arkadaş, dost hatta selam verdikleri-aldıkları, telefon ile konuştukları masum insanların bile suçlu kabul edilerek zindana tıkılmasının, işkencelere maruz bırakılmasının ve hayatlarının mahvedilmesinin ayet, hadis ve İslam Fıkhı’ndan, modern hukuktan bir delili var mıdır? İslam Dini ve Hukuku adına konuşanların bu korkunç mezalim karşısında sükut etmesi, sükut etmenin de ötesinde meşruiyet kazandırmaya çalışması hatta sevap ambalajı giydirmeye çalışmasının ne dinde ne hukukta ne de insanlıkta yeri yoktur.
8-İslam dini adına konuşan fetva veren insanın dinin hükümlerine bağlılığı çok önemlidir. “Yüzde seksen hizmet ediyor yüzde yirmi de çalıyorlar” yaklaşımıyla dinin haram kıldığı, hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluklara meşruiyet hatta bir manada sevap elbisesi giydirmeye çalışan bir anlayışın din adına ünvanı ne olursa olsun söylediği geçerli değildir. Zira Kur’an’da hırsızlık haram kılınmış (Maide, 5/38), rüşvet yasaklanmış (Bakara, 2/188) kamu malından değişik yolsuzluklarla aşırma ihanet sayılmıştır. (Âl-i imran, 3/161). Nitekim fıkıh kitaplarında da kamuda görevli olan bir insanın konumunu kullanarak haksız kazanç elde etmesinin haramlığı gayet net ifade edilmiştir. (İbn-i Abidin, Haşiyet-i Reddi’l-Muhtar, 5/372; Kuveyt Fıkıh Ansiklopedisi, 31/272)
9-İslam âlimleri, dini değerleri, batıl yollara alet eden, helali haram, haramı helal, gayr-i meşru uygulamaları meşru imiş gibi göstermeye çalışan din adına konuşan kimsenin zararlarından toplumun korunması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu tip insanların yönetim ve saltanatın gayri meşru uygulamalarına meşruiyet kazandırmak için verdikleri fetvalara itibar edilmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Bu tür vasıflara sahip sözüm ona İslam Hukukçusuna “müfti-i mâcin” demişlerdir. (Serahsi, 24/157; Kesani, Bedaî, 7/169; Damad, Mecmau’l-enhur, 7/338)
10-İslam Dini’nin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’i doğru anlama ve doğru yorumlamada bütüncül bakış açısı çok önemlidir. Bütüncül bakış açısı ile nassları değerlendirerek hüküm çıkarma metodolojisi fıkıh usulü alimleri tarafından ortaya konulmuştur. Bütüncül bakış açısından yoksun bir şekilde bir ayeti onun diğer naslarla münasebetine ve siyak-sibak (öncesi ve sonrası) münasebet çerçevesine bakmayarak bütünlüğünden kopararak yapılan yorumlarda yanlış sonuçlara varılmıştır. Nitekim bu tür parçacı ve keyfi anlayıştan, kendisi gibi düşünmeyen müslüman kardeşlerinin canını, namusunu, malını mübah gören Haricilik ve onun Işid gibi modern versiyonları doğmuş, din adına dini argümanları kullanarak korkunç katliamlar yapmışlardır.Dini değerleri, dine rağmen kullanarak din adına cinayet işleyen bu anlayıştan Allah muhafaza buyursun.