Uhud savaşı, Bedir savaşından bir yıl sonra miladi 625 yılında gerçekleşmiştir. Bu savaş sürecinde cereyan eden hadiseleri iyi analiz etmek günümüz Müslümanları, özellikle de hizmet gönüllüleri açısından büyük önem taşımaktadır.
Özetle, Bedir savaşında hezimete uğrayan Kureyş, bir yıl sonra 3 bin kişilik bir orduyla Medineye yürüme kararı alır. Bunun istihbaratını alan Hz Peygamber (sav) sahabeleriyle iştişare eder ve gençlerin çoğunlukta olduğu heyetten Medine dışında meydan muharebesi yapma kararı çıkar. Aslında Allah Resulü gördüğü bir rüya sebebiyle Medinede savunma savaşı yapma taraftarı olsa da iştişare kararına uyar ve bin kişilik orduyla Uhuda gider. Malumuzun üzere, yolda İbn Selülün kışkıtmalarıyla 300 kişi ordudan ayrılıp, Medineye dönmüştü. Bunun üzerine 700 kişilik bir orduyla Uhud’a varan Allah Resulü, stratejik öneminden dolayı Uhud’un eteklerine Abdullah ibn Cübeyr komutasında 50 kişilik bir okçu timi yerleştirmiş ve bir rivayete göre, bizim öldüğümüzü ve kuşların cesetlerimizi didiklerini görseniz bile yerininizi terk etmeyin, emrini vermiştir. Savaşın bidayetinde hezimete uğrayan Kureyş ardına bakmadan kaçmaya başlayınca, Abdullah ibn Cübeyr’in tüm uyarılarına rağmen okçuların büyük bir kısmı dağdan inmiş ve sahabe efendilerimiz dağı arkadan dolaşan Halid ibn Velid ile peşlerinden gittikleri Kureyş ordusunun kıskacına düşmüşlerdi. Rivayete göre Müslümanlar bu kargaşada 70 şehit vermiş, Efendimiz burada sevgili amcası Hz Hamzayı kaybetmiş ve sonrasında da müşriklerin alaycı hakaretlerine maruz kalmışlardır. Daha sonra, büyük bir zafer kazandık edasıyla Mekke’ye dönmekte olan Kureyş, Allah Resulünün ordusu tarafından Mekke’ye kadar kovalanmış ve Uhud’daki muvakkat zaferleri de kursaklarında kalmıştır, fakat sürecin bu bölümü şimdilik mevzumuzun dışındadır.
Şimdi gelelim buradan alınması gereken derslere… Öncelikle şunu belirtmek, lazım ki Uhud’a gitmek bir iştişare kararıydı ve kesinlikle unutmamak lazım ki bu heyetin başında alemlerin efendisi, Allah Resulü vardı. Rüyasında gördüğü zırh’ı, Medinede kalıp savaşı savunma yapmaları gerektiğine, kılıncındaki gediği, zarara uğrayacaklarına ve boğazlanan sığırı da ashabından şehitler verileceğine yorumlamış, buna rağmen iştişarenin kararına riayet edip Uhud’a gitmiştir. Hatta yola çıkmadan önce kendsinden özür dileyen ve isterseniz Medine’de kalıp savunma savaşı yapalım diyen gençlere, bir peygamber zırh giyip, kılıç kuşandıktan sonra yolundan geri dönmez, cevabını vermiştir. Allahu alem, belkide burada Efendimiz ashabına ve daha sonra gelecek ümmetine çok ehemniyetli 3 ders vermekteydi:
- Neticesi ne olursa olsun, iştişare kararına riayet etmeli ve bu karar daha sonra heyet dışında eleştirilmemeli. Eksikler, noksanlar, hatalar, kusurlar sağda solda dedikodu yaparak değil, iştişare heyetine gündem olarak taşınarak giderilmeli veya çözüm yolları aranmalıdır.
- Allahın kader planında takdir ettikleri hiç bir zaman gözardı edilmemelidir. Üstad hazretleri kadere muhalefet eden başını örs’e vurur ve baş kırılır buyuruyor. Yani, ilim ve kudret sahibi sürecin bu şekilde cereyan etmesini takdir buyurduysa, buna muhalefet etmek, şöyle olsaydı böyle olurdu demek abesle iştigaldir, kafayı örs’e vurmaktır.
- Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil, yani Allah en sevdiği kullarını en zor imtihanlardan geçirecektir ki cennetteki nimetlerle karşılaştıklarında, iyiki o zorluklara göğüs germişiz, sabır göstermişiz, durmamız gereken yerde dimdik durabilmişiz diyebilsinler. Diğer taraftan zalimler zulümlerini sergileyerek akibetlerini hızlandırsınlar ve cehennemin lüzumsuz olmadığını amelleriyle teyid etsinler.
Uhud’dan alınacak ikinci önemli ders ise, bu yolda her zaman dökülenlerin olacağıdır. İbn Selül ve avaneleri gibi, birileri her zaman ya can korkusu, ya istikbal korkusu veya dünya sevgisi sebebiyle ihanet edecek ve sizi yarı yolda bırakacaktır. Aslında bu o kadar da kötü birşey değildir, çünkü güzel günlerde sadık zannettiğiniz simalardan maskelerin düşmesine ve gerçek yüzlerinin ayan beyan görünmesine sebebiyet verir, siz de yol arkadaşlarınızı daha iyi tespit etmiş olursunuz ve yolunuza daha sağlam ve kararlı adımlarla devam edersiniz. Evet, Hoca Efendinin de mükerreren işaret buyurduğu gibi bu yol uzundur, menzili çoktur, derin sular var. Gemi sağlam olmalıdır, sürekli kontrol edilmeli, yenilenmeli çünkü deniz derin, hırçın dalgalar var ve sefer uzun…
Uhud’dan alınacak diğer bir ders, insan oğlunun her zaman hata yapabileceği ihtimalidir ve hata yapanlara da nasıl davranılacağı anlatılmaktadır. Evet dağı terkeden okçular bir içtihat hatası yapmışlardı (estağfirullah), fakat unutmamak lazım, onlar sahabeydi ve Efendimiz onları samimiyetlerine binaen azarlamamıştı, haşa azarlamak ne demek, onları rencide edecek bir imada bile bulunmamıştı. Bununla ilgili Cenab-ı Allah, Habibi edibine, (ey Peygamber) Allah’tan gelen bir rahmet ile sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılıp gideceklerdi, onları affet, onlar için mağfiret dile ve onlarla meşverette bulun… buyurmuş ve Peygamberinin ahlakından övgüyle bahsetmişti. Daha ötesi, Allah (cc) Peygamberine onlarla iştişareyi sürdürmesini emrediyordu.
Bu konuda ben diğer sahabelerin de okçuları tenkit edici bir imada bile bulunduklarına dair bir rivayet bulamadım. Demek ki bu nurlu yolda hatalar da yapılacak, sürçmeler de olacak, sallantılar da yaşanacak. Burada önemli olan hata yapanların samimiyetidir, kasıt olmadığı müddetçe dava arkadaşları kucaklanmalı ve onlarla iştişareye devam edilmeldir.
Son olarak, Uhud’dan alınacak en önemli ders kimlerin kazandığı kimlerin kaybettiğidir. Meseleye ahiret zaviyesinden baktığınızda birileri kanatlanarak cennet yamaçlarına uçarken, birileri cehennem çukurlarına yuvarlanmışlardır. Evet kaybedenler, Müslümanlara saldıranlar, onları yarı yolda bırakıp ihanet eden ve iştişare ile alınmış kararları tenkit edenlerdir.
Gelelim hizmet hareketinin günümüzde yaşadığı sürece. Hizmet camiası hiçbir zaman, hiç kimseye karşı savaş veya isyan kararı almadı, zaten böyle birşey fıtratında da yok. Yaptığı her şeyi demokratik anlayış, hukuk ve kanunlar çervesinde yaptı. Buna ragmen düzenlerinin bozulacağından, hizmet insanının dürüstlüğüyle tekerlerine çomak sokulacağından korkan kibir ve hased abideleri, kurdukları şer ittifaklarla masumların kafasına balyoz gibi indiler ve tarihin en büyük zulümlerinden birini başlattılar. Bugün kendi çirkin tabirleriyle, inlerine girdik diye zafer çığlıkları atarken, kaybettiklerinin farkında bile değiller. Evet değiller çünkü elde ettikleri muvvakkat zaferin ardında kendilerini bekleyen akibeti görmekten acizler. Halbuki tarihten ders alsalardı, göreceklerdi ki zalimlerin akibetleri hem bu dünyada, hem öteki alemde hep hüsran, hezimet ve kaybetmek olmuştur.