Mevlüt KARAKAPLAN-shaber.çom
Bazı insanlar ”doğal” doğarlar. Yani onlar doğduklarında, gözlerini dünyaya açtıklarında her şey normal işler onlar için. Mesela onlar normal bir anne-babanın çocuğu olarak doğarlar.
Anne-babaları ortalama bir insandır. Maddi seviyeleri ortalama bir seviyededir. Yaşadıkları yerleşim yeri normal bir yerdir. Her gün bombalar patlamaz, toplu göçler yaşanmaz, komşuları arasında ve akrabaları arasında düşmanlığa varan kutuplaşma ve saflaşmalara şahit olunmaz; saflar hep birdir orada. Çünkü orası onlarındır ve onlar da oralıdırlar. O kadar çok oralı ve o kadar çok kendileridirler ki, en ufak bir yabancılık ve ”ötekilik” hemencecik anlaşılır içlerinde. Bu farklılığın müspet veya menfi olmasının bir önemi olmaksızın, antikorların vücuttaki yabancı maddelere karşı açtığı savaş gibi refleksif olarak şiddetli bir savaş açılır ve bu değişik olan maddeler bünyeden hemen atıverilir. Bu ”doğal” insanlar her şeyleriyle kendileridirler ve her şeyi kendilerininmiş gibi hissederler. Bu sebepledir ki bu yer onların doğduğu yerdir. Analarının konuştuğu dili konuşur, babalarının yaşadığı adetleri yaşarlar. Böylelikle bu doğallık bu şekilde devam eder gider… Normallik kaderidir bu insanların…
Bazı insanlar ise daha doğmadan garibtirler. Onlar gurbet yolculuklarına henüz analarının hamlindeyken ”vira bismillah” derler. Diğerlerinin normal bir insan olarak yer yüzüne ayak basmalarına karşın, onlar ”garib” olarak doğarlar. Böyle bir kaderin sahibi olan insanların ömür boyu en çok özlemini çektikleri şey ise ”normalliktir”. Çünkü daha doğarken, anne-babalarının bile ”yabancı” olarak kabul edildikleri bir dünyaya gözlerini açarlar. Dolayısıyla bütün bir ömrü sürgün yaşamak ve anne-babalarının kaderini miras almak üzere, buna uygun bir muhitte neşet etmiş olurlar. Cehalet, yoksulluk, savaş, kutuplaşmalar, silahlar, bombalar…tüm bunlar böylesi insanların hayatlarının en aktif , en etkili ve en sıradan müdahilleridir. Özellikle de yabancı olmak, ”öteki” olmanın pozisyonunda yer almış olmak! Bir coğrafyaya ait olamamak, bir topluma ait olamamak, bir düşünceye aid olamamak!!!… İşte garipliği en çok katmerleştiren, sürgünü daha da çetinleştiren, yalnızlığı en fazla koyulaştıran, bu aidiyetsizlikler oluyor.
Evet, Türkiye’de ”öteki” olmak bazılarının doğuştan kaderidir. Artık öteki olarak yaşamaya bir ömür boyu mahkumdur bunlar. Çünkü şu koca dünyada kendilerine ait hiçbir yer yoktur ve öyle bir yer bulamazlar da. Hissiyatımdan da anlaşılacağı üzere, ben de kendimi iliklerime kadar ”öteki” olarak hissettiğim/hissettirildiğim bir coğrafyada doğdum. İlkin lisanıma yabancı olmak zorunda bırakıldım. Sonra da kültürümü bilip tanıma ve yaşama mahrumiyetine maruz kaldım. Daha sonra da gerçekte ”etnik açıdan kim olduğum gerçeğinin utancının” sürekli olarak hissettirildiği bir toplumda hayatıma devam etmeye çalıştım. Hayat devam ederken, her şey normal gibi gözüküyorken, ben en çok da normal olanların özlemini çekiyordum; mesela şimdilerde yokluğuyla beni çok derinden sarsan rahmetlik babamın normal kültür ve eğitim seviyesinde bir insanın muhabbetini yapabilmesini istiyordum. Evimizin yıkılmak üzere olan bir ev değil de normal ortalama bir ev olmasını hayal ediyordum. Okuldayken harçlığımın hiç olmazsa babasından en az harçlık alan çocuk kadar olmasını temenni ediyordum. Okullar kapandığında, yaz tatillerinde diğer çocuklar gibi oynamak, ya da ailemle başka yerlerdeki akrabalarımızı ziyaret edebilmeyi çok arzuluyordum.
Ama maalesef tüm bu normalliklerin uzağında, gurbet yine devam etti. Ailemden uzakta geçen eğitim yıllarında etnik aidiyetim yaşadığım toplumda sürekli dışlanmama sebep oluyorken, buna bir de düşüncemden dolayı hasıl olan ”öteki” olma durumu eklendi. Çünkü artık hizmet hareketiyle tanışmıştım ve o günkü toplumda bir cemaat mensubu olmak üniversiteli bir gencin çok da rahat itiraf edeceği bir kimlik değildi. Dolayısı ile din ve dindarlığın utanılacak bir şey olarak lanse edildiği ve algılandığı bir toplumda, dini açıdan toplumu ihya etme amacı taşıyan bir topluluğa ait olmak, başka bir gurbetin başlangıcı oldu benim için. Artık hem ”mürteciydim” hem de ”öteki”.
Vatan, memleket, sıla gibi kavramların anlamını hiçbir zaman tam öğrenemedim. Çünkü ne zaman aslıma dönecek olsam ” Ne mutlu Türküm diyene!” ya da ” bizden olmayacaklarsa bilmem hangi ülkeye defolup gitsinler” tokadı enseme iniveriyordu. Ne zaman vatan desem, memleket desem, ”biz” diyecek olsam, bu defa da birkaç çocuklu bir eve evlatlık alınmış üvey evlat pozisyonunda buluyordum kendimi. Çünkü bu özlediğim aidiyeti ve sevinci yaşamak istediğim her defasında, gerçek annesi olmadığı için ve annesizlik hissiyle dolup taşan, evlatlık olduğu ailenin annesini gerçek annesi olarak kabul etmek istiyormuş da ailenin diğer çocuklarının ”ama o senin gerçek annen değil ki, bizim annemiz o” bakışlarına maruz kalmış hissediyordum kendimi. Ve hala kendimi bir yere ait hissetmiyordum. Vatan neresidir, sıla nerededir bilmiyordum.
Sonrasında ise evlatlarının ve geleceklerinin maddi-manevi kalkınmasını istemekten ve bunun için uğraşmaktan başka dert ve gayemizin olmadığı topyekun bir millet tarafından, ait olduğum toplulukla birlikte terörist ilan edildim. İki yıla yakın süren gaybubet hayatında bir gölge gibi yaşamak zorunda kalmak gurbetimi doruklara ulaştırdı. Gurbetin en acı şekliydi bu. Bu duruma daha fazla mecalimiz kalmamıştı, dolayısı ile biz de yıllarca haberlerde izlediğimiz ve insanlar nazarında bir haber olmaktan başka anlam ifade etmeyen ”ümit yolcuları” gibi özgürlüğümüze doğru yola koyulmaya karar verdik. Zaten bir türlü oralı olamadığım ” vatanımdan” ayrılıyordum, ama ben hala vatanın neresi olduğunu bilmiyordum.
İlkin ‘Meriç’ karşıladı bizi ve ürkünç bir bakış fırlattı. Sonra da ”geçip gidin” dedi bize. Daha sonra ise, yıllarca kendilerini ”azılı düşman ” diye öğrendiğimiz Yunan halkının sıcak bağrında bulduk kendimizi. Bize insanlığımızın hatırlatıldığı bu yerde, biz insanlığımızdan utanıyorduk. Ve ben hala sıla nerededir diye sorup duruyordum kendi kendime. İşte şimdilerde ise doğduğum topraklara çok daha uzak bir diyarda sürgündeyim. Ellerine geçirecek olsalar bir kaşık suda boğacak olan memleket sandığımız diyarın insanlarına inat, bizi bağrına basan, sırf insan olduğumuz için bize kıymet veren, bize yeniden hayata başlama imkanı sunan ve bunu yaparken de etnik aidiyetimizi, dilimizi ve düşüncemizi önemsemeden bize insan muamelesi yapan başka bir diyardayız. Yeniden ayaklarımızın üzerine doğrulmaya çalışırken ben hala hiç uslanmadan ve usanmadan aynı hissiyat içerisindeyim. Akşam güneşi bulutların altından kaçamak yaparken, usul usul yağmur taneleri vuruyor cama ve ben penceremden bakarak nerede olduğumuzu anlamaya çalışırken yine aynı soruları soruyorum kendime; memleket nedir? Vatan neresidir?…