“Bir garîb öldü diyeler“
Ülkemiz bir süredir yoklukla mücadele ediyor.
Diktatör Erdoğan ve avâneleri ülkemizi iyice yönetemez ve yönetilemez hale getirdiler.
Bütün kurumları alt-üst ettiler. Devlet unsurunun temel dayanakları olan eğitim, mülkiye, adliye, emniyet, askeriye başta olmak üzere her birimi tek kelime ile felç edip yok ettiler.
Diktatör’ün soygun düzenini devâm ettirebilmesi için kendisine direnebilecek hiçbir ciddî, hayatî vasıtânın kalmaması gerekiyor.
Bu dağınıklığın giderilebilmesi için neredeyse yarım yüzyıl gerekiyor.
Çağın imkanları ele alındığında bu süre belki beş-on yıl erkene çekilebilir.
Cumhuriyet döneminin bütününde ülkenin okumuşları ya öldürüldüler, ya sürgün edildiler, ya hapse atıldılar. Her on yılda bir yinelenen modern, post modern, düz yâhut yeni icâd tiyatro darbelerle aydın-okumuş-vatansever kesim budamalar yaşadı.
Süregelen hadisâtın son kurbânı Hizmet Hareketi, bizleriz.
Abartmıyorum, bana göre Türkiye işgâl edilmiş bir ülke ve ülkemizi kurtaramıyoruz.
Ülke borç batağında, yokluğa, açlığa doğru sürükleniyor belki de tarihinin en büyük ekonomik krizini yada krizlerinden birini yaşamak üzere.
Anadolu ilk defa, yoğun bir şekilde yokluktan, açlıktan ve işsizlikten bunalıp siyanürle intihar eden aileler, hayatına kıyan canlar, evlâdına verecek parası, yavrusuna pantolon alacak imkânı olmadığı için intihâr eden insanlarla dolu.
Ve elimizden bir şey gelmiyor.
Saray ise keyfinde, Haramzâdeler harâma doymadan hayatlarına devâm ediyor. Tarihimizin en büyük soyguncuları iktidârda.
İşte bu hengamede büyük bir üzüntü yaşadık kendisine “zavallı” demeyeceğim, diyemeyeceğim çünkü zavallı olan O’nu bu duruma düşüren siyasîlerdir.
Yapacak işi, harcayacak parası olmayan, cebinde bir lira ile hayatını idâme etmeye gayret eden ve sonunda canına kıyan Sibel Ülki’den bahsediyorum.
Bir üniversite öğrencisi.
İstanbul Üniversitesi öğrencilerin indirimli yemek hakkını üçten bire düşürüp fiyatları artırırken ve bu olayı protesto eden öğrenciler canavarca joplanırken, hayatına kıyan kızımız.
Sizin evlâdınız bu duruma düşse ne yapardınız ?
Diktatör Erdoğan’ın bir gram dahi bu mes’eleyi anlayacağını düşünmüyorum çünkü üniversiteye gitmeyen, üniversitede yokluk görmeyen, aç kalmayan, diploması bile olmayan Erdoğan bu durumu asla anlayamaz.
“Senin için yavru” diye yola çıkan, bütün malını varını yoğunu vatan için, vatan evlâtları için harcayan insanları öldüren, sürgün eden, hapse atan Erdoğan bu durumu kavrayamaz.
Bu intihâr ne ilkti, nede son olacak muhtemelen acılarımızı katlayan intihârlar gelecek, devâm edecek.
Sebeb olanları Rabbimiz’e havâle ediyoruz.
Muhâlefet mi ? Muâvenet mi ?
Bu arada muhâlefet partileri ne yapıyor ? diye düşünebilirsiniz.
Onlar 15 Temmuz Darbe Tiyatrosu’ndan beri iktidârın tamamen arkasına takılmış durumdalar. Ben onların “muhâlefet” değil “muâvenet” partileri yâni iktidârın yardımcıları olduklarını düşünüyorum.
Ülkenin iç politikası, dış politikası, ekonomisi, eğitimi kısaca her şeyi bu kadar berbât durumdayken hiçbir karşılık, iktidâra karşı hiçbir plan ortaya koyamıyor, üretemiyorlar, üretmiyorlar.
Diktatör onlarla alay ediyor “dişime göre bir muhâlefet bulamadım” diye.
AKP’nin oluşturmuş olduğu İstanbul Kanal Projesi, Libya Tezkeresi, Yerli Oto gibi afedersiniz salak-saçma suni projelerin gevezeliğini yapıyorlar.
Muhâlefet yapmış “mış” gibi görünerek.
Bütün gerçek gündemleri es geçiyorlar yada, hayır hayır ! esâsen alkışlıyorlar, yardım ediyorlar.
Yerden yere vurabilecekleri, darmadağın edebilecekleri bir iktidârı sırtlarında taşıyorlar.
Ah benim bahtsız milletim, bahtsız ülkem.
Uydurduğu dîne inanan adam
Bu arada din adamı görünenler de evlere şenlik.
Çağlar Cilara programında Mustafa İslamoğlu’nu ağırladı.
Adam üst perdeden esiyor, gürlüyor.
Bütün hadis külliyâtlarını, kitaplarını yerle yeksan eyledi. O’na bakarsanız toptancı bir mantıkla neredeyse bütün Hadîs’ler uydurma diyecek.
Efendiler Efendisi’nin (sav) Namâz’a, Cum’a’ya, Ramazân’a dair iştiyak uyarma, teşvik ve günâhtan kurtulma vesîlesi olarak ifâde ettiği, vârid olan bütün Hadis’leri ekranda günâha teşvikmiş gibi anlatıyor.
“Namaz kılınca günâhlarının afv olacağına inanan insan ahlâklı olur mu ? Bu adam günah işler” diyor.
Namâza teşvike, kendince günâha teşvik kisvesi giydiriyor.
“Sade Kur’an sade Kur’an” derken Kur’an’ın “yubeddilullâhi seyyiâtihim hasenât” yani “Allâh günâh ve hatâlarınızı sevâba çevirir” hakikâtininin bu hadîslerle hayâttâr olduğunu atlıyor.
Siz bir hatâ işlerseniz ardından hemen iyilik yapın, iyilik yapmaya devâm edin iyilikte müdâvim olun, Allâh iyiliklerinizi hatâlarınıza keffâret yapar, kötülüklerinizi hayra tebdil eder.
Bu manâya dönüp hiç bakmıyor.
Kendince bütün mezhebler, meşrepler, tarîkâtlar hepsi berbât aldatıcı, saptırıcı şeyler.
Bir tek kendisi doğru yolda.
Bir de iftirâ atıyor, Hizmet benim kitâplarımı yaktı, yayınevlerine sokmadı diyor.
Hizmet çok büyük, bir iki yeni yetme meslek taassubu ile bu zâtın kitaplarına karşı tavır almış olabilir ama yaktıklarını düşünmüyorum.
Fakat şunu çok iyi biliyorum, Hocaefendi’nin yanındaydık kendisine büyük bir tablo hediye edildi, tablonun içeriğinde Rabbimiz’in isimleri, Kur’an’da kaç defa geçtiği, ne mânâya geldiği gibi çıkarımlar ve çizimler vardı, o tabloyu şimdiki büyük salona astırdı.
Hocaefendi’nin karşısına oturduğunuzda o tablo sağ tarafta, tam karşınızda, duvarda asılı olarak gözünüze çarpar.
Tabloyu hazırlayan kimdir diye düşünürseniz Mustafa İslamoğlu.
Senin kitaplarını yayınevine sokmayan, sana tavırlı olan, hazırladığın çıkarımları bir tablo olarak mescîdine astırır mı ? Hayır.
Hata ediyor, belki de bilerek yalân söylüyor, iftirâ atıyorsun.
Yüksek perdeden “uydurulan dîne inanmıyorum” diyor.
Kendince sünnetsiz, hadissiz, mezhebsiz bir dîn uyduruyorsun ve uydurduğun bu yolun, mezhebin, meşrebin kitaplarının her yere girmesini istiyorsun.
Belki de muhataplarına sorabilsek kitaplarının o yayınevlerinde satıldığını öğreneceğiz.
Ayrıca kimse senin dîninin kitaplarını satmak zorundada değil.
Ey uydurduğu dine inanan adam (!) senin yolun sana, bizim yolumuz bize.
Yolun açık olsun…
Neyi, Nasıl okumalı ?
Bu arada neyi nasıl okumalıyız mes’elesi aklıma geldi.
Kur’an, Sünnet, Nûrlar, Pırlantalar ve temel esâslarımız ile, bunlara dâir kitapları devâmlı ve dikkatlice okumalıyız.
Herşeyi mîhenge tâbi tutmak Üstâdımız’ın tavsiyesi bunu yapmakta beis yok, hattâ bizi geliştirir.
Bir gram bal için beş-on kilo keçiboynuzu çiğnememek lâzım, bizden evvelkilerin tedkik ve tecrübeleriyle teşvik, tavsiye ettiği kitapları da seçip okumalıyız.
Doğu ve batı kültürünün ürünlerini berâberce, tedkik ederek, herdem okuduklarımız üzerine yeni şeyler koyarak, okumalıyız.
Ayrıca, önemle bulunduğumuz ülkenin öğrendiğimiz dilini daha geliştirebilmek adına seviyemize uygun kitapları okumamızda büyük fâide olduğunu biliyorsunuz.
Mâlum hakkında en çok sıkıntı çektiğimiz şey “zamân” olgusu.
Zamân feftetmeden, zamânı isrâf etmeden, okumak, okumak, tekrâr okumak lâzım.
Avustralya’da ciğerlerimiz yanıyor
Avustralya’daki yangın hepimizi üzen bir tarzda devâm ediyor, ülkenin ciğerleri, ormanlar, içerisindeki canlılar, hayvanlar yanıyor, ülke yanıyor, üzülüyoruz.
Rabbimizden bir an evvel bizlere yardımcı olmasını niyâz ile, bu yangının yaralarını sarmak istiyoruz.
Avustralya’nın yarasını sarmaya gönüllüyüz.
Bütün yaralar bizi yakıyor, dünyânın her yerindeki yarayı, yaraları sarmaya gönüllüyüz.
Rabbimiz yardımcımız olsun. mansurturgutk@gmail.com