BASRİ DOĞAN-AMSTERDAM TR724
AKP iktidarı, 15 Temmuz darbe girişimini bahane ederek OHAL ve KHK’larla binlerce akademisyeni meslekten attı, yüzlercesini hapse göndi. Türkiye’nin bu değerli akademisyenleri ülkede kendilerine yaşam alanı kalmayınca mecburen yurt dışına çıkma kararı aldı. Bunlardan biri de ilahiyat profesörü Muhittin Akgül. Yeni Ümit dergisinde yazı yazmakla suçlandığına dikkat çeken Akgül, Hayrettin Karaman’ın da aynı dergide yazılar kaleme aldığını ama onun hakkında iddia düzenlenmediğine işaret etti. ‘‘Hayrettin Karaman’ın, Kardavi’nin makalelerinin içinde yer aldığı kitap kütüphanemden ‘sakıncalı kitap’ denilerek suç delili diye alındı.’’ dedi.
15 Temmuz kurgu darbesi ile mesleği elinden alınan, akabinde 19 ay hapis yatan ve tahliye olduktan sonra vatanından ayrılmak zorunda bırakılan Prof. Dr. Muhittin Akgül, 15 Temmuz öncesi, sonrası, hapis hayatı ve sürgün hayatını TR724’e anlattı.
Prof. Dr. Muhittin Akgül “Erzurum doğumluyum. İlk ve ortaokulu kendi ilçemde okudum. Akabinde İmam Hatip Lisesini Erzurum’da okudum. Son sınıfı ise İstanbul Fatih İmam Hatip Lisesinde tamamladım. Sonra Üniversite sınavını kazanarak Bursa İlahiyat Fakültesine kaydoldum. Üniversiteyi Bursa’da bitirdim. Yüksek lisansımı, yani diğer adı ile mastırımı İzmir Dokuz Eylül İlahiyat Fakültesinde yaptım. Doktoramı ise Marmara İlahiyat Fakültesinde gerçekleştirdim. Doktorayı yaparken aynı zamanda o dönemde, vaizlik ve müftülük sınav ile oluyordu. O sınavlara girdim. Vaizlik ve müftülük sınavlarından sonra da bir 6 ay Antalya’da seminer gördüm. Sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığında Bursa iline bağlı Harmancık ilçesinde vaizliğe başladım. İki buçuk yıl orada vaizliğe devam ettim. Bu arada doktorama da İstanbul’da devam ediyordum. Sonra Sakarya Üniversitesine araştırma görevlisi olarak girdim. Araştırma görevlisi olarak göreve başladıktan sonra, bir yıllığına üniversiteden izinli olarak Mısır’a doktoram ile alakalı araştırmalar yapmak üzere gittim. Aşağı yukarı bir yıla yakın bir süre orada kaldım. Mısır’da El Ezher Üniversitesi, Kahire Üniversitesi, oradaki ulema, oradaki ilmi hayat, kültürel hayat farklı kesimden insanlar ile tanışma, buluşma ve konuşma imkanlarımız oldu. Bir yıl sonra ise Mısır’dan döndükten sonra doktoramı Sakarya Üniversitesinde bitirdim. Daha sonra 15 Temmuz kurgu darbesi oluncaya kadar, Sakarya Üniversitesinde, doktoram bitti. Yardımcı doçent, doçent, profesör olarak 15 Temmuz’a gelmiş olduk. Kısaca hayatımızın talim safhası ve hayatımızın aslında da büyük olan şekilde geçmiş oldu.”
NE DİNİ NE HUKUKİ NE AHLAKİ NE DE İNSANİ YÖNÜ OLMAYAN SUÇLAMALAR
Tabi suç denilince böyle insanın yüzünü kızartacak, insanların yüzüne bakmaktan kaçınacağınız, yüzünü gerçekten mahcup eden kızartan, yapmasaydım diyebileceğimiz şeylere suç denilir. Hem dini literatürde hem insani ve hukuki literatürde bu durum böyledir. Suç dediğinizde, ya hukuk nazarında suç olmalı. Ya din nazarında suç olmalı. Ya da ahlak nazarında, insanlık nazarında suç olmalı. Fakat ben bana istinat edilen suçlara baktığımda bunların hiçbirisinin ne dini ne hukuki ne ahlaki ve ne de insani alanların hiçbirisinde suç teşkil ettiğini görmedim. Hatta bana suç olarak isnat edilen şeyler devletin beni görevlendirmiş olduğu, benim de yapmakta mükellef olduğum, hatta yapmadığımda suç işlemiş olacağım suçlardı.
GAZETE ABONELİĞİ, BANK ASYA, KURBAN PARASI
Hakkımda isnat edilen suçları madde olarak saymak istiyorum. İlk gözaltına alındığımda kendimin itiraf ettiği, Zaman Gazetesine abonemisin? Çocukların bir kesimin okullarında okuyorlar mı? Gibi iki temel soru idi. Bir de Bank Asya para yatırdın mı, ya da Bank Asya ile iletişimin olduğumu? Soruları yöneltildi. Bende hepsine gayet normal bir şekilde evet dedim. Çünkü bugüne kadar bir gazeteye abone olmanın, okumanın suç olduğunu hiç duymamıştım. Çünkü bu gazete Türkiye’nin en çok tirajlı gazetesi idi. O günün başbakanı, o günün cumhurbaşkanı, o günün bakanları ve o günün milletvekilleri bana suç isnat edilen gazetenin yıldönümlerinde törenlerine katılmışlardı. Hatta eşleri ile beraber pasta kesmişlerdi. Övgünün ötesinde cümleler ve hitabelerde bulunmuşlardı. Ve aynı zamanda bana suç olarak isnat edilen bu suçların en büyüğünü aslında onlar işlemiş. Neden derseniz onlar kuruluşunda bulunmuş. Onlar insanlara anlatmış. Onlar yazı yazmış. Bakanları, milletvekilleri ve o dönemdeki her türlü partiden önde gelen parti temsilcileri o gazetenin yazarları olmuş. O gazetenin köşe yazarlığını yapmışlar. Ama aynı gazetede ben toplamda 15 ila 25 tane yazı yazmışım. O gazeteye abone olmak ve zaman zaman yazı yazmak. Fakat neyi yazmak derseniz alanım ile ilgili. Siyasetten anlamam. Politikayı hiç anlamam. Çünkü alanım değil orası. Ama kendi alanım ile ilgili ne yazmışım? Kuran ile ilgili, bayram ile ilgili ve ramazan ile ilgili yazılar yazmışım. İnsanları dini ve ahlaki açıdan motive etmenin yönlerini kurallarını, ilkelerini bildiğim noktalarda aydınlatmaya çalışmışım. İşte bu yazdıklarımdan ve gazeteye abone olduğumdan dolayı suç işlemiş olmuşum. Tabi birinci suçum bu idi.”
DARBEYİ EDREMİT’TE BİR KAHVEHANDEKİ TELEVİZYONDAN ÖĞRENDİM
15 Temmuz’dan önce ramazan ayı içerisinde annem vefat etmişti. Erzurum’a gittik. Sonrasında çocuklar ile Edremit’e geçtik. Orada bulunur iken gece ansızın, bir kahveden televizyonlardan bir ses duydum. Türkiye’de darbe olduğunu, saat 21:30 ila 22:00 civarı idi zannediyorum. Televizyonlardan herkes gibi bende o kahveden bende herkes gibi oturup televizyondan izledim. Dolayısıyla Edremit’te idim. Ertesi günde zaten dönmemiz gerekiyordu. Sabahleyin görevli olduğum Sakarya Üniversitesine döndüm.
AĞIR SİLAHLARLA GECE 02’DE EVİMİZİ BASTILAR
Bir akademisyen olarak, karakolluk olarak o döneme (15 Temmuz) kadar olmamışken, polis ile suçlu ve sorgulayıcı karşı karşıya hiç kalmayan bir insan olarak, artık yavaş yavaş 15 Temmuz’dan sonra duyumlarımıza göre, çevredeki insanlar alınıyordu. Bizde muhtemelen alınacağız diye bekliyorduk. 15 Temmuz’dan dört gün sonra gecenin ikisinden sonra zile basıldı. Evimize bir grup polis geldi. Fakat normal bir polis değildi. Üzerlerinde çelik yelekler ile terör baskını yapar gibi girdiler. Ellerinde ağır silahlar vardı. Gece dört saat tek tek tencerelere varıncaya kadar, yatakların altına varıncaya kadar aradılar. Bunun yanında kütüphanemdeki kitapları tek tek seçmek sureti ile aramasını yaptılar. Tutanak tuttular. Bizi gözaltına götürdüler. 3 gün gözaltında kaldım. Akabinde hâkimin karşısına çıktık. Hâkim hakkımda suç teşkil edecek bir şey görmedi. Çünkü hakkımdaki iddiaları suç kabul etmek akıl dışılık idi. Beni imza ile haftada bir gün adli kontrol ile serbest bıraktı. Ben dolayısıyla sevinerek adliyeden çıktım. 3 hafta adli kontrolün ardından, yine bir gece vakti ansızın saat on ikide eve geldiler. Tekrar seni gözaltına alıyoruz dediler. Ve Sakarya’da gözaltına alındık.”
HAKİM ‘HADİ ANLAT’ DEDİ, DİNLEMEDİ BİLE
Sakarya’nın önde gelen ne kadar insanı var ise, ineklerin ahıra bağlanır gibi demir örgüler ile ayrıştırılmış, yazın sıcağında böcekler, uçuşan pervaneler pis koku orada sabaha kaldık. Sabahleyin adli makamlara yargıcın karşısına çıktık. Yargıç bize hiç suçumuzu söylemeden hadi anlat kendini dedi. Yargıç yüzüme bakmadan telefon ile oynuyor. Bende anlatmaya başladım. Yargıcın bendi dinliyor zannettim. Bu arada hiç yüzüme bakmadı. Hep telefon ile uğraşıyordu. Ondan sonra da yüzüme hiç bakmadı. Bana tutuklandınız dedi. Dolayısıyla tutuklanmış olduk. Ve hapis hayatım başlamış oldu. İlk defa hapis ile karşı karşıya kaldım. Onlarca kapıdan girdikten sonra, yorgun argın ve bitkin bir şekilde ta cenin on ikisinden itibaren kayıtların tutulması ile, koğuşumuz denilen bir harabeden ibaret olan, eskimiş duvarları yerleri kirli her tarafı kokan, her tarafının boyaları dökülmüş ve ondan sonra da 19 ay evimiz olacak böyle bir hapis hayatımız başlamış oldu.
EŞİMİZE VE ÇOCUKLARIMIZA KÖTÜLÜK YAPMASINDAN ENDİŞELİYDİK
Hiçbir zaman mümin ümitsiz olmaz. Zaten Kuran-ı Kerim’de Yüce Mevla müminlerin inanan insanların asla ümitsiz olmayacağına özellikle vurgu yapar. Bu açıdan ümitsiz değildim. Ama dünyaya bakan yönü ile ümitsizlik derseniz evet. Yapılan muamele yargıçların, polislerin gözaltında karşılaştığım ve bana ve benim gibi arkadaşlara yapılan muamelelerin bende bırakmış olduğu etki ve bende bırakmış olduğu izlenim biz bu hapishaneden bir daha çıkamayız. Çünkü yüzde yüz sizi suçlu olarak görüyorlar. Terörist olarak görüyorlar. 15 Temmuz denilen melaneti bizatihi sanki ben yapmışım. Asker olmadığım halde, polis olmadığım halde, hayatımda hiç silah kullanmasını bilmediğim halde, kısa dönem askerliğin dışında deneme atışların dışında ama sanki o gün o gece o ihtilali ben yapmışım gibi yüzde yüz asla kendinizi temize çıkaramayacağınız, suçsuzluğunuzu ispat edemeyeceğiniz bir şekilde çünkü bakış açısı o idi. Herhalde biz burada ölürüz. Yani hayatımız burada devam eder. Çünkü gardiyanlar, hapishanedeki idareciler, herkesin bakışı ve muamelesi çok farklı idi. Zaman zaman dışarıdan gazete gelirdi. Onları okuduğumuzda daha da bu noktada ümitsizliğe düşerdik. Çıkamayacağız galiba ama, en çok endişe ettiğimiz belki de ümitsizlikten çok daha öte korktuğumuz ailemiz ve çocuklarımız idi. Çünkü her akşam biz gözaltında iken de bizim tutuklandığımızı mahalle basın yazmıştı. Biliyorlardı bizim içeride olduğumuzu. Her gün bir grup geliyordu. Bizim gözaltında bulunmuş olduğumuz polis karakolunda, hep sloganlar atıyorlardı. Kahrolsun sizleri öldüreceğiz, yok edeceğiz ve bitireceğiz diyorlardı. Biz pencereyi açsak onlara görecek kadar yakın idik. Bunun yansımaları biz daha medyada gazete ve televizyonlarda gördük. Boy boy resimlerimizi yayınladılar. Küçük bir il olduğu için, akademisyen olduğumuz için, televizyon ve gazetelerde yazı yazdığımızdan dolayı bizi bildikleri için ve bir de malum bir şahıs ile aynı fakültede olduğu için biz aynı fakültede olan bazı insanlar suçlu olarak addedilmiştik. Ve insanların nazarında yok edilmemiz gereken, öldürülmemiz gereken, kesilmemiz gereken insanlar olarak bakılıyorduk. Kendimizden ziyade ümitsizliğimiz ailemiz içindi. Evlerimizi yakarlar, yıkarlar veyahut yok ederler endişesi vardı. Çünkü bu insanların gözleri tamamen dönmüştü. O davranışlarda ne din vardı ne iman vardı. Ne ahlak vardı ne hukuk vardı ve ne de insanlık vardı. Hep ölüm, ölüm ve ölüm diye bağırıyorlardı. Biz bunu seneler sonra o gün çekilen farklı yerlerdeki karelerden çok daha net olarak görüyoruz. Nasıl bir düşünce ile saldırdıklarını okullara, kütüphanelere ve kırtasiye dükkanlarına ve insanların işyerlerine saldırdıklarını izlemiş olduk. Dolayısıyla gözü dönmüş bu insanlar yönü ile ailemiz nedeni ile en çok korktuğumuz o idi. Bu noktada endişemiz normalin çok daha üstünde idi. Herhalde burada ölürüz dedik. Hayatımızda burada noktalanmış olur ama olsun. Şu açıdan kendimize güveniyorduk. Biz bir suç işlemedik. Biz ne devletin ne hukukun ve ne dinin hayır yapamazsınız dediği herhangi bir ilkeyi ihlal etmemiştik. Bu noktada müsterihtik. Bu noktada rahattık. Ve bizim bu rahatlığımız onları rahatsız ediyordu. Yani gözaltında iken biz oradaki görevli polisten su işitiyoruz. Namaz kılmak için izin istiyoruz. Polis bağırıyor, çağırıyor. Kusura bakmayın diyoruz. Teşekkür ederiz diyoruz. O polis memuru bizim teşekkürümüzden bile rahatsız oluyordu. Bana teşekkür etmeyim diyordu. Bana beyefendi demeyin diyordu. Çünkü bizi artık yok edilmesi gereken biri görüyordu. Bizim ona teşekkürümüz bile onu bir silah ile yaralamış gibi rahatsız eden bir noktaya gelmiştik. Dolayısıyla ben ve aynı koğuşta yatan insanlar yüzde yüz suçsuzluğumuzdan emin idik. Bu noktada herhangi bir sıkıntıları yoktu. Müsterihtiler. Çünkü suç işlememişlerdi. Hiçbirinin suçlandıkları iddianame hukuki açıdan suç teşkil etmiyordu. Bu noktada da eminlerdi, müsterihlerdi, güvenliydiler ve Allah’a tevekkül içeresinde idiler.
MÜSLÜMAN HAPİSHANEYE SUÇ İŞLEYEREK GİRMEZ
Hapishaneler biz Müslümanlar nazarında, hapishane denildiğinde hep Medrese-i Yusuf’ iye olarak telakki edilmiştir. Neden derseniz çünkü Müslüman hapishaneye suç işleyerek girmez. Ve insanlık tarihine baktığımızda özellikle ulemanın hayatına baktığımızda ilk dönemlerden itibaren, her dönemde kendisini devlet yerine koyan, aslında devlet yerine koyup suç işleyen, bir suç şebekesi haline gelen ve yaptığı kusur ve kötülüklerden, başkalarının duymasından haberdar olmasından rahatsız olan zümreler ve bu bizim iktidarımıza bir gün ortak olabilir endişesi ile her dönemde insanları cezalandırmışlardır. Hapishanelere koymuşlardır. İnsanımızın çok yakından tanıdığı Taberi, tefsircilerin ana kaynağıdır. Hapishanede uzun bir dönem geçirmiştir. İmamı Seraksi hukuk literatüründe özellikle Hanefi hukukunda dev bir kütüphaneyi dolduracak bir şekilde eser bırakmıştır. Ama bu eserini hapishanede yazmıştır. Dört büyük mezhepten birinin imamı olan en büyüğünün imamı olan İmam-ı Azam Ebu Hanefi aynen bu zalim idareler tarafından kırbaçlanmıştır. Saysak yüzlercesi ve binlercesi vardır. Asrımızda en son Bediuzzaman Hazretleri 80 yıllık hayatında oradan, oraya ya sürgün ya hapis ya da bir yerde polis gözetiminde kalmışlardır. Dolayısıyla bu anlamda hapis dediğimizde bizim nazarımızda, Müslümanın nazarında, çünkü Müslümana göre suç işlemek günah işlemek, kamuya ait bir kuralı ihlal etmek büyük bir suçtur. Bunu ihlal ederseniz hapse düşersiniz ama, Müslüman bunu yapmayacağından dolayı, bir Müslüman dolayısıyla hapse giriyor ise, eğer elinden kazaen bir şey çıkmamış ise, nedir o gider iken trafik kazasında, gayri iradi olarak karışmış olduğu, birisi Allah göstermesin vefat etti. Birisi yaralandı. Aldı götürdüler hapse bu ayrıdır. Kaldı ki bu da masumca bir şey. Ama biz Müslümana hapis dediğimizde Hazreti Yusuf’u hatırlarız. İftira atıldığından dolayı ondan fazla yıl hapishanede kalan ve hapishaneyi bir medreseye çeviren, Medresede Hazreti Yusuf’un hayatı anlatılır iken, onun tevhide ait ölüm ötesi hayata ait, ahlaki ilklere ait, insanları oradan aydınlatmış olduğu, oradaki insanlara birtakım bilgiler aktarmış olduğu bir Medrese-i Yusuf’ iye olarak bakarız. Dolayısıyla bizde otomatik olarak oraya girdiğimizde, hapis demedik oraya. Medrese-i Yusuf’ iye dedik. Samimi söylüyorum Medrese-i Yusuf’ iye idi. Oradaki hayatımız ibadet ile evradı es kârı ile, Kuran talimi ile, her bir meslekten insanların, kendi mesleklerine ait bilgileri aktarması ile ve bazı insanların yabancı dil öğrenmesi ile, spor aktivitesi yapması ile orası gerçekten bir medrese gibi oldu. Gece gündüz seccadelerin serili olduğu bir yerdi.
HAPİSHANEDE BİR AYA YAKIN KURAN-I KERİM VERMEDİLER
19 ay hapishane hayatımda bir defa teheccüd namazımızı kaçırmadık. Hep birlikte kalktık ve teheccüt kıldık. Bir defa olsun namaz cemaatsiz kılınmadı. Bütün koğuş hem de ezanın ilk okunduğu anda namaza dururdu. Çünkü saatlerimiz belli idi. Bunun yanında tesbihatımızı yapardık. Orada evradı ezkarımızı orada okurduk. Koğuş içerisinde Kuran-ı Kerim’i paylaşırdık. Her ne kadar ilk aylarda Kuran’ı Kerim verilmese de onu da anlatmak istiyorum. Bu dönemdeki iktidardaki insanların, Müslüman olduğunu iddia eden bu insanların iktidarında, nasıl bir hapishane hayatı yaşandığını tarihe mal olması için bilinmesi gerekir. Hapishanede bir aya yakın bize Kur’an-ı Kerim vermediler. Kuran yasaktı. Sebep biz teröristiz. Ve Kuran okumamıza bir gerek yoktu. Bir ay boyunca arkadaşlar Kura’nsız kaldılar. Bir ay sonra bir Kuran verdiler. Ama koğuşta 30 kişi var. Kuran yetmiyor. Ne yapacağız Kuran yere düşmüyor. Herkes sıra ile okuyacağı yeri bekliyor. Bu defa Kuran’ı 30 cüze böldük. Her bir cüzünü bir insana verdik. O okuyor. Diğerine veriyordu. Cüzleri böylece paylaşmış olduk. İnsanımızın özellikle Kur’an’a âşık olduğunu, Kur’an ile arasındaki o sıkı bağlantının nasıl olduğunu o koğuşta biz müşahede etmiş olduk. Koğuşu aynı zamanda biz bir medreseye çevirdik. Orada Kuran bilmeyen arkadaşlarımız var idi. İş adamları vardı. Yoğunluk Türkiye’deki hayat şartları, iş koşturması nedeni ile Kuran-ı Kerim’i hiç öğrenmemiş. Hiç ezberi olmayan insanımız görünce, orada sabit Kuran okuma ve öğrenme Kuran saatleri dersleri koyduk. Her gün sabahleyin belli saatten belli saate kadar bir medrese gibi, bir ilahiyat fakültesi ve bir imam hatip gibi onlara sesli kıraat okuduk. Orada bir ramazan geçirdim. Ramazan ayında hatimle teravih namazımızı kıldık. Bütün koğuşun katılımı ile aynı zamanda mealli mukabele okuduk. Onun haricinde dua taksimatı, Kuran-ı Kerim’in bazı surelerini ezberleme, Yasin, Fetih, Amme ve Duha suresinden aşağı gibi sureleri okurduk. Yani ilahiyat fakültesindeki ezberleme programından daha yoğun, birçok arkadaşımız orada yapmış oldular. Bunun yanında pek çok arkadaşımız mesleklerinin zirvesinde olduğu için, birbirimizden fazlaca istifade ettik. Koğuşumuzda 7 profesör vardı. 13 doktor vardı. 2 avukat vardı.1 Kaymakam vardı. 1 Eczacı vardı. Bu idi 30 kişilik koğuşumuz. Yani bir üniversiteyi döndürecek kadar öğretim üyesine sahip idik. Dolayısıyla bu insanların ortak bir yönü vardı. Daha doğrusu bir idealleri vardı. İnsanlara zarar vermeden hukukun, dinin ve ahlakın emretmiş olduğu doğrultuda bir hayat yaşama. Hepsinin temel ana gayesi bu idi. Ve bunu gerçekleştirmek için, o güne kadar yaşadığı şartlar, iş hayatı, akademik hayatı bunların kendisine imkân tanımadığı o bilgilenmeyi arkadaşlarımız Medrese-i Yusuf’ iye dediğimiz bu yerde, zindan mı dersiniz, hapishanemi dersiniz ve Medrese-i Yusuf’ iye mi dersiniz, benim müşahedelerim yanılabilirim tamamlamış oldular.”
TECAVÜZVÜ, HIRSIZA, KTİLE GÖSTERİLEN MÜSAMAHA BİZE GÖSTERİLMİYORDU
Zaman zaman rahatsızlarını ifade ettiler. Mesela çok acıdır, bizim kendi paralarımız ile aldığımız, seccade ve battaniyeleri, hapishane çalışanları gardiyanlar zaman zaman gelir betondan çeker kaldırırlardı. Bir dün düşmanı olan bir insanın namaz kılan insanın altından çekip aldığı hışımla alırlardı. Sebep ne idi neden alıyorsunuz dediğimizde ise, altı beton o betonu görmemiz lazım. Neden kazıp kaçabilirsiniz. Halbuki biz orada, kapıları açmış olsalardı bile, ilk koğuş kapımızdan, hapishanenin en dış kapısına kadar yeminle söyleyebilirim hiçbir arkadaşımız o hapishaneden kaçmayacaktı. Onlarda bunu biliyorlardı. Sırf bize eziyet olduğu halde hakaret olsun diye seccadelerimizi ve battaniyeleri çekip alıyorlardı. Akşam sayımları kış aylarında bazen akşam namazına denk geliyordu. Bekliyorduk gelmiyorlardı. Namaza duralım vakit geçiyor diyorduk. Birkaç defa biz namazda iken içeri girdiklerinde, hapishane müdürü, diğer müdürler ve yöneticiler bizim cemaat ile namazda olduğumuzu gördüler. Anladık bizi hışım ile bekliyorlar. Selam verdik kalktık. Ve bize kötü ve ağır hakarette bulundular ki ‘Biz geldiğimizde namaz kılamazsınız. Bizi beklemeniz gerekir.’ Fakat bizde onlara siz verdiğiniz saatte gelmediniz geciktiniz. Geciksek bile bizi bekleyeceksiniz ve namaza durmayacaksınız. Elimizde teşbih namazdan yeni kalmışız. Tespihi cebine koy bırak. Takkeyi çıkart. Aynı idarenin adi suçluların bulunmuş olduğu yerdeki insanlara sorunca, o insanlar kimdir bu insanlar? Hırsızlıktan gelmiş, ırza tecavüzden gelmiş, at hırsızlığından gelmiş ve adam öldürmekten gelmiş. Bunlar ise sayımlarında odalarında yataklarından bile kalkmıyorlardı. Daha doğrusu sayacaksanız gelin buradan sayın. Bunlara sesleri çıkmayan korkularından dolayı küçük dillerini yutan gardiyanlarımız maalesef bize geldiklerinde, ayakları ve elleri ile kapılara yumruklar atıyor. Hayır biz geldiğimizde namaza durmayacaksınız, bizi bekleyeceksiniz ondan sonra namazını kılacaksınız diyorlardı. Bu onların rahatsız olmaların rahatsızlığını ifade ediyordu.
HAPİSHANE ÇALIŞANLARI BİZİ EZMEK İÇİN ORADA GÖREVLENDİRİLMİŞTİ
Bu gardiyanların bize en çok haşin davrananları genç, kahir ekseni imam hatip mezunu. Değişik İslami vakıf veya cemaatlere ait insanlardı. Aslında kıblemiz aynı idi. Okuduğumuz Kur’an-ı Kerim aynı idi. Düşüncemiz kitap ve sünnet bazında aynı idi. Aynı mefkureyi paylaşıyorduk. İnanç bazında aynı düşünceyi paylaşıyorduk. Ama nasılsa o gün biz orada terörist olmuştuk. Onlar ise bizlerin başında rejiminde onları iteklemesi ile ve onları zaten oraya getirirler ikende, ezme şartı ile getirmelerinden dolayı maalesef bize böyle davranabiliyorlardı. Şu anda Taliban ne yapıyor ise, Çin’deki Uygur Türklerine Çin ne yapıyor ise, eğer şartlar ve imkanlar benim kaldığım hapishanedeki görevlilerin elinde olsa idi, kesinlikle farklı bir şey yapmayacaklarına yüzde yüz emindim. Davranışları hal ve hareketleri, bizleri gerek telefon konuşmasına götürürler iken dışarıya gerek ise sağlık hizmetlerinden içerde faydalanmak için çıkmak istediğimizde muamelelinden bunu çok net bir şekilde görüyordum. Söylemleri bile 70 yaşında koğuşta insanlar vardı. Onlara bile isimleri ile hakaretamiz bir şekilde hitap ediyorlardı. Ben çocuğuma o şekli ile ya da 13-14 yaşındaki bir gence bir çocuğa o şekli ile hitap etmekten hicap eder utanırım. Müslümanın akıl ve hayaline gelmeyeceği ahlakımızın, inancımızın ve dinimizin asla kabul edemeyeceği bir tarzda bu muameleyi ben orada gözüm ile gördüm. Ve Müslümanlığımdan utandım. Böyle tip insanların Müslümanlığı temsil etmesinden utandım. Çünkü dışardan bakan insanlar ona Müslüman olarak bakacaklar. Müslüman olarak baktıkları içinde onun temsil ettiği dine getirmiş olduğu o lekeyi ondan dolayı utandım ve mahcup oldum. Aslında bunlarda işkencenin daha ağırı diyebiliriz.”
BANA GÖRE GÜZEL İŞLERİMDEN DOLAYI PİŞMANLIK DUYMADIM
Keşke dini literatürde çok hoş bir ifade değil. Keşke kaderi tenkit etme anlamına gelir. Peygamberimiz (S.A.V) ‘keşke demeyin. Çünkü keşke şeytana giden yolun kapısını açar’ der. Dolayısıyla keşke demedik. Ama insan keşke demez mi? Pişmanlık duymaz mı? Elbette duyar. Ama neden duyar. Hatalarından duyar. Günahlarından duyar. Hırsızlık yaptı ise ondan duyar. Bir insanı öldürse ise ondan duyar. Birinin malını çaldı ise ondan duyar. Komşusunu rahatsız etti ise ondan duyar. Hukukun dinin ve ahlakın yasaklamış olduğu ilkeyi zedeledi ise ondan pişmanlık duyar. Ve bu İslam’da tövbe olarak adlandırılır. İstiğfar olarak adlandırılır. Allah’ım ben şu günahı işledim. İstiğfar ediyorum. Tövbe ediyorum. Döndüm bir daha bunu işlemeyeceğim. Ama ben en başta saymıştım. Bize suç olarak isnat edilen şeyleri. Ben Türkiye’nin hemen hemen gitmediğim ili kalmadı. Kutlu doğum konferanslarına gittim. Yurtdışında devletin izni ile bazı zamanlarda üniversitemin benim yol paramı vermesi ile oldu. Sempozyum, konferans ve panellere katıldım. Şimdi ben bundan mı pişman olup keşke diyeyim. Dergide kendi alanımla ilgili makaleler yazdım. Kuran ve Peygamberimizi anlattım. Şöylemi deseydim yani keşke yazmasaydım. Gazete aldım. Gazete ile hem kültürüm hem o gazetedeki Türkiye’nin değişik insanları ki, hatırlarsanız Zaman Gazetesi herhangi bir ekolün gazetesi değil. Sağcısı, solcusunu, solun en solunda kini, solun ortasında kini, radikalini hatta her türlü insana yer veren bir gazete idi. Biz çoğulcuyuz yani. Her türlü insanın fikrine açığız. Okuruz. Aklın var. Kabul etmediğin şeyler olur ama insanca konuşarak halledersin meseleni. Ben hiçbir zaman Zaman Gazetesi aboneliği ve yazarlığımdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Mehtap TV’de televizyon programı yapmaktan hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Afrika’ya 100 dolar kurban parası göndermekten pişmanlık duymadım. Hatta ben bunu iddianame okunduğu zaman hâkîmde, kendi savunmamı yapar iken, dedim ki şimdi yine olsa o arkadaşım benden yine kurban istese ben o paranın fazlası elimde olsa ben yine Güney Afrika’daki o insanlara kurban gönderirim dedim. Şimdi bundan mı pişmanlık duysaydım yani. Kurban kesmek göndermek günah mı bu? Kuran öğretmek günah mı? Konferans vermek günah mı? Günah olur şöyle olur. İçeriğinde günah ve suç unsuru bir şey bulursunuz elbette bu günah olur. Çıkarsınız toplumun veya hukukun karşısına, ben yanlış yazmışım, ben yanlış söylemişim. Ben yanlış konuşmuşum. Hukuku, ahlaki ve dini ihlal etmişim özür diliyorum. Kusura bakmayın. Ama koğuşumda yatan birbirinden değerli insandan hiç birisi özür dileyecek, keşke yapmasaydık diyecek bir şey yok. Çünkü keşke dediğinizde mazinizde hasenat olan, Allah için yaptığınız, insanlık için yapmış olduğunuz, bir davranış ve düşünceden, pişmanlık duyma ve geriye dönme olur ki, bu insana, inanca ve imana sığmayan bir şeydir. Çünkü böyle bir şey yapmamıştık ve hiçbir zamanda keşke dediğimiz bir şey olmadı. Ama şu var. Kader her zaman kendi örgüsünü örer. Bazen sizin iradenizin dışında hadiseler gelişir. Bu hadiseler bazen sizin aleyhinize olur. Öldürülürsünüz. Zulmedilirsiniz. Malınız gasp edilir. Mesleğiniz elinizden alınır. Mağdur olursunuz. Bunlar sizin iradenizin dışındadır. Bunlarda keşke diyeceğiniz bir şeyler olamaz. Mümkün değil. Kader örgüsünü örmüştür. Olaylar geçmiş olduğundan dolayı da geriye dönüş olmadığından dolayı da pişmanlık duymak bir anlam ifade etmez. Ben ve koğuş arkadaşlarım hiçbir zaman keşke demedik.
AVRUPA İLE ORTAK PAYDADA BULUŞABİLECEĞİMİZ ÇOK NOKTA VAR
Hapishanede ben belli bir süreden sonra, eğer çıkar isem, artık benim bu ülkede yaşamam mümkün değil dedim. Ve hapishanede sözümün geçtiği arkadaşlara da özellikle orta yaşın altındaki arkadaşlara, çıktığınız zaman aman ha işinize de dönseniz, burada maddi olarak pek çok noktaya gelmiş olsanız. Kesinlikle Türkiye’de sizin için artık hayat bitmiştir. Aman ha ne yaparsanız yapın soluğu başka ülkelerde, başka simalarda tanışmada ve başka ülkelerde arayın diye tavsiye ettim. Ve kendimde içimden, çıkar isem eğer, kesinlikle artık bu ülkede yaşamayacağım noktasında kendi kendime söz verdim. Dolaysıyla 19 ay hapishane hayatımdan sonra hakkımda verilen 4 mahkemeden sonra ceza verildi ama onanmadığı için, o cezaya göre yatarımız tahliye edildim. Ve bir süre sonra Türkiye’den çıkmaya karar verdim. Farklı şekillerde çıkmış olduk. Daha doğrusu ölümü göze alarak çıkmış olduk. Ve böylece Yunanistan’a geldik. Yunanistan’da yaşamış olduğum anekdot tarihi kırılma noktası idi. Çünkü biz hep ilkokuldan beri Yunanlı, zulmeden, tecavüz eden, işte ülkemize baskınlar yapan ve sürekli olarak uçaklarımızın 15 günde savaş uçaklarının havada it dalaşı yapmış olduğu, sürekli birbirini yiyen iki millet olarak tanıyorduk. Kafamızda en büyük düşman olarak Yunanlıları gördük. Halbuki ben çok Avrupa ülkesini gezdim. Amerika ve Arap ülkelerini gezdim oraları biliyorum. Millet olarak bizim dinimizden olmamakla beraber, kültürümüz vs farklı olmasına rağmen, bize en yakın bize en çok sempati ile bakan halkın Yunan halkı olduğunu gördüm. Mesala gecenin üç ya da dördü. Sınırdan Meriç nehrinden geçmişiz. Dizlerimiz çamur ve kan içinde. Ormanda saatlerce yürüdükten sonra bir Yunan köyü. Acaba bir kafe varmıdır diye araştırdık. Çünkü yanımızda iki çocuk vardı. Bir dinlenelim dedim. Çünkü saatlerce yürüdük. Bir köyde bir kafenin açık olduğunu gördük. İçerde iki kişi vardı. Kapıdan içeri girdik. Bizi içeri aldılar. Karnımızı o kafede doyurduk. Onlara bize polisi çağırın alsınlar dedik. Sonra polis geldi. Çıkar iken kafe sahibine para verdim. Yunanlı kafe sahibi biz misafirlerimizden para almayız dedi. Ben bu defa masaya parayı koydum. Sonra parayı aldı koşarak cebime tekrar koydu. Biz sizin gibi kaç defa insanları misafir ettik. Sizden para alamayız dedi. Şimdi bunu ben düşündüm. Suriye’den Türkiye’ye geçen, tarihi bağlarımız olan, dini bağlarımız olan bazen akrabalık bağlarımız olan, bir Suriyelinin gecenin üçünde bizim sınırımızda bir köye geçtiğini düşünelim. Bir kahvehaneye geçtiğini düşünelim. Aynı muamele tam tersi elli liralık bir yiyeceği yüz elli hatta beş yüz elli deriz fırsatı yakalamışızdır. Bakın dinimiz aynı, akrabalıklarımız var. Tarihi bağlarımız var. Sınırız bayramlarda karşılıklı ziyaretler oluyor. Ve onlara son 10 yıl içerisinde muhacir dedik. Ama davranışımız bu. Yunanlı tarihi bağlarımız yok. İlişkilerimiz düşmanlık üzerine kurulu. Dinimiz farklı. Bize yaptıkları insani muamele ve destek çok önemli. Atina’da 2,5 ay kaldım. Orada birtakım gözlemlerim oldu. İnsanlar ve kurumlar ile görüşmelerim oldu. Hepsinde doğruluğu dürüstlüğü gördüm. Kendim Türkiye’den geldim dememin ardından adeta bağırlarına basarak bizde Türkiye’den geldik. Sizin halinizi çok anlarız. Ağlayan insanlara şahit oldum. Dolayısıyla Yunanistan ve Yunan halkı ile ilgili bu tarihi düşmanlık algısı tamamen yerini ideal ve mükemmel bir insan noktasına getirmiş oldu. Daha sonra da geçmiş olduğumuz ülkelerde bizlere bakış açısı, yaklaşımları dinleri felsefeleri bizden farklı olmasına rağmen, insana eşit muamele etmeyi bir insan olarak bakmayı, renk ayrımı gütmeden, bir insan olarak sizi değerlendirmeyi gördüm ve insana bakışımdaki, o bakış açısı değişmiş oldu. Daha geniş daha elastik her insan ile oturabileceğim, her insan ile konuşabileceğim ve din ortak paydasında değil, insanlık ortak paydasında buluşabileceğimiz, konuşabileceğimiz pek çok insanın olduğu, önümüzde bir dünyanın olduğunu hiçbir zaman unutmamamız gerektiği kanaatim çok pekişmiş oldu.
Avrupa’da yapmamız gereken en büyük iş yaşamış olduğumuz ülkenin dilini öğrenmek. Dilini öğrendikten sonra kendi mesleğimiz ile ilgili veya kendiniz olarak o ülkede yapabileceğiniz iş alanlarını aramak. Yaşamış olduğumuz ülkelerde kesinlikle bu ülkelere yük olmamak.