Güneş olmazsa dünya, karanlık içinde kalır. Gören göz, hiçbir şeyi görmez olur. Allah’a îman olmazsa, îman nuru ile Kâinât’a bakılmazsa; o zaman eşyâyı gerçek mânâsıyla görmek ve okumak mümkün olmaz. Çünkü bakmak başka, görmek başkadır. Her bakan görmez. Biz çocukken bir ağabeyimiz, saatini bize gösterip saat kaç diye sordu? Cevap verdik, sonra saatin markasını sordu, bilemedik. Niçin? Saate marka niyetiyle bakmadığımız için.
Kâinâta, ondaki düzen ve sisteme, nebatât, hayvanât ve insanların yaratılışına Allah hesâbına bakmayınca, onların ifâde ettiği mânâyı anlamak, kavramak mümkün değildir. İnsan, hârika bir sanat eseridir. Yaratılış ağacının şuurlu bir meyvesidir. Sânî’siz olması mümkün değildir.
Mü’minun sûresi 13, 14, 15 ve 16.âyetlerde; “Sonra onu nutfe (sperm) halinde sağlam bir yere yerleştiririz.”
“Sonra nutfeyi alakaya (yapışkan döllenmiş hücreye), alakayı mudgaya, yani bir çiğnem et görünümündeki varlığa, mudgayı kemiklere dönüştürür, sonra da kemiklere et giydirip, derken yeni bir yaratılışa mazhar ederiz. İşte bak da Allah’ın ne mükemmel yaratan olduğunu bir düşün!”
“Ve bütün bunlardan sonra, siz ey insanlar, ölürsünüz.”
“Sonra büyük duruşma (kıyamet) günü diriltilirsiniz.”
İnsanın akıllı ve şuurlu oluşu, beyin fakültesi, sinir sistemi, saat gibi Sânî’ni zikrederek çalışan kalbi, el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, mîdenin, kuvve-i zâikanın yaratılışı; topraktan, ağaçtan yaratılan, konserve edilmiş hârika nimetlerin uzuvlara göre tanzim edilmesi Allah’a iman ile izah edilebilir.
Hac sûresi 5.âyette; “Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki: Biz sizi ilkin topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir yapışkan hücreden, sonra esas unsurlarıyla hilkati tamamlanmış, ama bütün âzâlarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, kudretimizi size açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana rahminde durdururuz. Sonra da sizi bir bebek olarak dünyâya çıkarırız. Sonra güç kuvvet kazanıncaya kadar sizi büyütürüz. İçinizden kimi henüz çocukken öldürülür, kimi de hayâtın en düşkün biçimine götürülür. Öyle ki, daha önce bildiği şeyleri bilmez hale gelir.
Yeri de kupkuru görürsün, ama oraya Biz su indirince çok geçmeden kıpırdanır, kabarır da gözü gönlü açan her güzel çiftten nice nebat bitirir.” Buyrulmaktadır.
Böylesine hârika yaratılan insanın hayâl dünyası ve aynı zamanda her şeyin kıymet ve değeri onun varlığına bağlı olan, mâhiyetini Allah’ın bildiği ruh mekanizması, Allah’a îman olmadan insanın anlayıp kavraması ve sadece aklıyla çözmesi mümkün olmayan şeylerdir.
Onun için kâinatta, gayet muhteşem ve muntazam işlemekte olan iki dâire vardır. Bunlardan birisi Rubûbiyet dâiresi, yâni; her şeyi yaratan, kuşatan ve yöneten, sevk ve idâre eden dâiredir.
Diğeri Ubûdiyet dâiresi, yâni; nurlu, rengârenk çiçeklerle, hârika sanatlarla donatılan, hal diliyle zikir ve ibâdette bulunan ay, güneş, bütün gezegenler ve nebatât ile beraber, zîhayat canlılar, emr-i ilâhiyle yaptıkları vazîfelerle, meselâ, arının bal yapması, bulutların âb-ı hayat yağmur göndermesi, insanların ve cinlerin iradî olarak Allah’a tefekkür, tezekkür ve ibâdetleri, istihsan, teşekkür ve îmanlarıyla ifâde edilen dâiresidir.
Ubûdiyet dâiresi, iradî olarak yaratılan insanların ve cinlerin inanmayanları dışında, kâinattaki herşey; Rubûbiyet dâiresi nâmına hareket edip itaat etmektedir. Varlık âleminde zerreden küreye herşeyi insanoğlunun hizmetine veren Allah (cc), herşeyi sisteme koyup, eksiksiz, kusursuz yaratıp ubûdiyet dâiresi hâline getirip devam ettirendir.
Bakara sûresi 164. âyette; “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda,
elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır” buyrulmaktadır.
Rabbimizi bize târif eden üç büyük küllî muarrif olduğunu, Hz.Üstad Sözler adlı eserinde şöyle ifâde ediyor:
“Birisi, şu Kitâb-ı Kebîr’i kâinattır. Birisi, şu Kitâb-ı Kebîr’in âyetü’l kübrâsı, en büyük delili olan Hâtemü’l enbiyâ’dır (aleyhüssalâtü vesselam). Birisi de, Kur’ân’ı Azîmüşşan’dır. Şimdi, şu ikinci bürhân-ı nâtık olan Hâtemü’l enbiyâ’yı (as) tanımalıyız, dinlemeliyiz.. Evet, o bürhânın şahs-ı mânevîsine bak:
‘Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber… O bürhân-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm; bütün ehl-i îmâna imam, bütün insanlara hatib, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiridir.’
Bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nûrâniyedir ki; herbir dâvâsını, mu’cizatlarına istinâd eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine îtimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar.
Zira O, ‘Lâilâhe illallah’ der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yânî; mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nûrânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen, “Sadakte ve bil-hakkı natakte” (Doğru söyledin ve hakkı konuştun) derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla te’yid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın.” (19.Söz)
Mâhiyet-i meçhul, isim ve sıfatları ile tanımaya çalıştığımız Rabbimizi, ya Allah’ın kelam sıfatının tecellisi Kur’ân-ı Kerim’le veya Kudret ve irâdesinin tecellisi kâinat kitâbı ile veyahut Peygamber Efendimiz’in (sav) verdiği bilgiler ölçüsünde tanırız.
Cenâb-ı Hak İhlas Sûresinde şöyle buyurmaktadır:
“1 – De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır ve Birdir. (Allah: Beşer aklının aslâ idrak edemediği ve edemiyeceği, eşi, zıddı, benzeri olmayan Zât’ın has -özel- ismidir.)
2 – Allah Samed’dir. (Samed: “Tam, eksiği olmayan, her şey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan” demektir.)
3 – Doğurmamıştır, doğurulmamıştır.
4 – Herhangi bir şey O’na eş ve denk olamaz.”
Enbiya sûresi 22.âyette; “Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizâmı bozulurdu. Demek ki, o yüce arş ve hükümranlığın sâhibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a revâ gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!”
Âl-i Imran sûresi 5.âyette; “Gerek yerde, gerek gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.”
190.âyette de; “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.”
Yusuf sûresi 105.âyet ise; “Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki, insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinden farkına varmazlar” buyrulmaktadır.
Kâinatın her tarafında ve insan uzuvlarında birbiriyle öylesine bir yardımlaşma mevcuttur ki; insan basîretle bunlara nazar ettiği zaman tevhide dayalı olduğunu kolayca fark edecektir. Yerler gökler, aylar güneşler, zerreler küreler ve insan vücudundaki atomlar, hücreler, aynı zamanda uzuvlar; öylesine bir münâsebet ve uyum içindedir ki, akıl ve iz’an sâhibi bir insanın, bunları aynı Yaratıcı’nın sevk ve idâre ettiğinde ve bütün bunların, o kâdir-i mutlak, alîm-i mutlak Allah’a tam bir itaat içinde hareket etmekte olduğunda zerre kadar şüphesi kalmayacaktır.