Bir akşam alacasında hafifçe çiseleyen yağmur altında yıllar sonra buluştuğumuz kadim dostla, baharı yeniden saçlarından yakalamıştık ki sayılı günler, bir rüya gibi gelip geçti.
Etrafımızdaki her şey artık veda diyordu.
Yollar yine ayrılık kokuyordu…
Mekansız kuşlar gibi daldan dala konuyorduk.
Ayrılıklar sadece türkülerde güzeldi, o kadar.
Sevimli torunların taptaze bir bahar sunar gibi ellerindeki kırmızı güllerle gülümsemeleri o tatlı rüyadan uyandırdı bizi.
Başladığında hiç dinmeyecek gibi yağan yağmurlar, hiç akşamı olmayacak gibi uzun gündüzler, lacivert bulutları yüzüne peçe yapan bir peri güzeli gibi gülümseyen mehtap, her sabah taze bir günü müjdeleyen kuş cıvıltıları geride kaldı.
Arka arkaya çalan kapı zilleri, sıcak pideler, ellerinde tabaklarla kapımıza dikilen yüreği cömert dostlar unutulur gibi değil.
Sessiz ve sakin akan derin nehirler gibi yan komşumuz, akıllı, afacan ama zaferden zafere koşan bir komutan gibi kararlı karşı komşumuz hepsi geride kaldı.
Ormanın bitişiğindeki balcılarımız, az ilerdeki sütçümüz, her daim, “Markete gidiyorum alınacak bir şey var mı?” diyen dost bir babanın vefakâr evladı, bütün bir cihanı dolaşmaya sevdalı kameramanımız, büyük orduları yönetmekten yorulmuş gibi duran Serdarımız, cihan savaşı görmüş çocuklar gibi saçları erkenden ağarmış editörümüz geride kaldılar.
Hele körpe kızlık dönmelerinde hemen her gün güvenli bir liman gibi sığındıkları; şimdilerde ise yerlerinde yeller esen ışıktan evlerinin harabeleri arasında gözyaşı döken, anasının kabul olmuş duası Büşra’mızı unutmak mümkün değil.
Geçmişte nice güzel buluşmalara sahne olan bu tarihi bina yanmış, kül olmuş.
Nice güllerin açtığı, bülbüllerin avazelerini saldığı, hakikat erlerinin sevdalarına yürüdüğü mekânın küllerini, incecikten esen kuzey rüzgârları sağa sola savuruyor.
Sevgili eşinin de gözleri buğulanınca İmru’l Kays’ın o ölümsüz sözleri geldi hatırıma
”Durunuz! Ağlayalım anısına sevgilinin yurduna.”
Durup ağlamamak mümkün değil.
“Suat’ı alıp götürdüler yurdundan koparılmış, gözleri sürmeli yaralı bir ceylan gibi” diyor Ka’b Bin Züheyr.
Nice Suat’lar, nice yurdundan koparılmış yüreği yaralı ceylanlar bıraktım geride.
Cihana hükmetmiş hakanlar gibi vakur ve sorumluluk sahibi, gönülleri yüce yiğitler, yüreği yangın yeri bacılar bıraktım.
Salih ve kadim dostların evlatları idi onlar.
“Gönlüm öyle kırık ki! Gönlüm azat nedir bilmeyen bir köle misali ezgin”
Birlikte kıldığımız Cuma namazları bizi alır kırk yıl öncesinin Antalya’sına götürürdü.
Antalya’nın yaz sıcağında evimize gidecek kadar takatımızın kalmadığı ve Kavaklı Mescid’in tavanına asılı vantilatörün altında uzanıp yattığımız günler geri gelmiş gibiydi.
Hatip, sanki karşısında Antalya Köy Hizmetleri Camisi’nin cemaati varmış gibi coşkulu konuşurdu.
O davudi sesiyle Sultan Ahmet ezanlarını aratmayan Cuma müezzinimiz muhteşemdi.
Minyatür bir stüdyoya dönüştürdüğümüz evimizdeki çekim sahneleri, kamera arkaları unutulur gibi değil.
Geceleri balkona çıkar saniye saniye sabaha yürüyen karanlığı seyrederdim.
Belli aralıklarla belediye otobüsü geçerdi. Zevkle izlerdim onun geçişini.
Sanki uçsuz bucaksız karanlık bir denizde bütün ışıklarını yakmış bir gemi gibi geçer giderdi evimizin önündeki karanlık ve ıslak yoldan.
Gecenin bir vakti kadınlı erkekli yolcular inerdi içinden. Sevdiklerini daha fazla merakta bırakmamak için hızlı hızlı adımlarla karanlıkta birer ikişer kaybolurlardı.
Hiç bitmeyen bir tiyatro gibi her gece sabaha kadar tekrar ederdi bu sahneler.
Bazı günler, gün batımlarında kasabanın yakınındaki göl kıyısında yürüdük kadim dostlarla.
Gölün lacivert sularının üzerinde yeni doğmuş bir bebek yüzü gibi tebessüm eden beyaz, pembe nilüfer çiçekleri, dağlardaki kır çiçekleri, yangın kızılına boyanmış kanatlarıyla kızıl ufuklara koşan su kuşlarının seyri doyumsuz olurdu.
Yeşilin parlayışına, gölün lacivert sularına yavaş yavaş kızıl bir şal örtüldüğü dakikalarda göl korosu da gece orkestrasına hazırlanırdı.
Hepsi geride kaldı.
Hepsi neyse ama bazen gözyaşlarına boğulduğumuz, bazen sevindiğimiz ama hepsinde kendimizi bulduğumuz Çayzoom programları bir başkaydı.
Bir orman yangınından fışkırmış alevli dallar gibi ömrünün baharındaki fidanlara su verir misali ev ziyaretlerinde tarihi sahneler yaşanırdı.
Bu anlamlı proje sayesinde elliye yakın muhacir aileyi evinde ziyaret etmiştik.
Dinliyor, konuşuyor, karşılıklı sohbet ediyorduk.
Meriç hemen herkesin ortak kaderiydi…
Delik botlar, azgın sular, Survivor yarışmacıları gibi çamurların içinde bata çıka yürümeler, yırtık ayakkabılar, tel örgüler, dikenli teller, silah sesleri, kirli yataklar, kırık dolaplar, ağlayan çocuklar, çocukların ağlayışına dayanamayıp ağlayan anneler…
Anaların ve ablaların bu süreçte yaşadıkları hakikaten bir destan.
Aile ziyaretlerinde gördüğümüz o ki, bir şekilde hicret diyarına ulaşanlar yavaş yavaş bulundukları bölgelere uyum sağlamaya başlamışlar.
Yapılan bir araştırma %93’ünün hayata umutla baktığını gösteriyor.
Ama bu rakam bile bizi tatmin etmiyor.
Bir ev ziyaretinde, evin dünya tatlısı kızları ile tanıştık. Birisinin adı Gülnihal’di.
Derken bir Gülnihal muhabbeti başladı. Meğer kızlarımızdan birisi Dede Efendi’nin ölümsüz eseri Gülnihal’i çalabiliyormuş.
Bize muhteşem bir resital sundu. Bu olay diasporanın en güzel, en umutlu sahnelerinden biri olarak hafızlarımıza kazındı.
Hayalim yıllar öncesine gitti.
Özal, Demirel, Ecevit gibi cumhurbaşkanları ve başbakanların okullara sahip çıktıkları yıllara.
Ankara’nın unutulmaz simalarından biri de, şimdi hapiste olan değerli dostum Alaaddin Kaya Bey’di. O yıllarda Zaman Gazetesinin imtiyaz sahibi idi.
Demirel’le gittiği bir Orta Asya seyahatindeki “Yine Bir Gülnihal” hikâyesini kendisinden dinleyelim:
“Bir Orta Asya seyahatinde, gittiğimiz her ülkede, Demirel’le okullara uğramıştık. Sıra Özbekistan’a gelmişti. Özbekistan sıkıntılı bir yerdi. Demirel; “Burada hangi okula gideceğiz?” dedi.
‘Bir kız kolejine gitmeyi uygun görüyor arkadaşlar.’ dedim.
‘Ya!’ dedi. ‘Sizin arkadaşlarınız kız koleji de mi açtı. Olamaz böyle bir şey.”
İnanamadı.
Özbekistan’daki o kız koleji bize temsiller verdi. Kendi millî marşlarını söylediler. İstiklâl Marşı’nı okudular. Ardından Osmanlı Türkçesiyle ‘Yine Bir Gülnihal’i söylediler. Öylesine güzel söylediler ki anlatamam. Biz hepimiz ağladık, yoğun bir ağlama sahnesi yaşadık.
Demirel çok mütehassis oldu. ‘Ne kadar güzel yetiştirilmiş çocuklar!’ dedi.
Demirel’in Özbekistan’a geliş nedenlerinden biri de “Ebedî Dostluk Anlaşması” imzalamaktı.
‘Şimdi ben bu huzurda bir itirafta bulunacağım.’ dedi Demirel. ‘Ebedî Dostluk Anlaşması’nı biz imzaladık diyoruz ama hakkı teslim edelim biz bu okulları açmakla zaten Ebedî Dostluk Anlaşması’nı o gün imzalamışız. Bugün bunun törenini yaptık, haksızlık yapmayalım. Bizim dostluk nişanımızın en belirgin simgesi bu okullardır.’
Demirel çok duygulanmıştı. Kendisiyle beraber fotoğraf çektirmek için bütün öğrencileri sahneye davet etti. ‘Öğretmenler de gelsin’ dedi. ‘Fakat bunlardan daha fazla önem verdiğim bir hadise var, bu okulları kuran iş adamları da gelsin.’
Güzel bir manzara meydana geldi. Herkes duygulu bir şekilde olayları izliyordu. Demirel; ‘Bu fotoğrafı ne yapacağım biliyor musunuz’ dedi, ‘bu fotoğrafı kartpostal olarak bastıracağım ve bundan sonra aramızdaki kartlaşmalar, bayramlaşmalar bu fotoğrafla olacak.’’
Bu hatıranın sahibi değerli dostum Alaaddin Kaya ilerlemiş yaşıyla, ağarmış saçlarıyla, onca hastalıklarıyla bu insanlık için son derece yararlı gayretlerinden dolayı şu an hapiste.
Şimdi, Özbek ve gurbetteki muhacir kızların seslerinin, ortak bir ritim içinde eriyip, bir melodi halinde ince ve rakik kalbine, hücresinin penceresinden çağıl çağıl dolduğunu düşünüyorum.
“Yine bir Gülnihal, aldı bu gönlümü”