Bir sonbahar günü… Cemal Uşşak kardeşimle ikindi ışıklarında yıkanan Cağaloğlu’nun taş döşeli dar sokaklarından geçiyoruz. Hekimoğlu’nu ziyaret etmek muradımız. Kitapevlerinin açık kapılarından gün kızgını taşlara kitap kokuları düşüyor. “Ülkeme dönebilseydim iki insanın ziyaretini çok arzu ediyordum.” diyen Fethullah Gülen Hocaefendi’in parke taşlara yayılan ayak seslerini yakınımızda hissederek yürüyoruz. O iki insandan biri Yaşar Tunagür Hoca idi.
Diğeri ”derdini seven adam” Hekimoğlu İsmail. Yaşar Hoca çoktan Hakk’a yürümüştü. Sarışın ikindi güneşi sırtımızı sımsıcak okşarken biz taş parkelere düşen gölgelerimizin peşinden hayalindeki kahramanını yazan, hayallerimizin kahramanını görmeye gidiyoruz. Kitap kokuları taşıyor taş döşeli kaldırımlara. Milyonların yüreğine kültürümüze ait ilk roman kokusunu dolduran fakir bir aile çocuğu olan Hekimoğlu’na gidiyoruz.
Bir ömre nelerin sığdırılabileceğini bize gösteren bu gönül adamının yaşadıklarının ve yaptıklarının düşünce harmanı içinde savrulurken üç-beş katlı büyükçe bir binanın önünde buluyoruz kendimizi. Burası, kitaplarıyla, yazılarıyla, konferanslarıyla benim kuşağın kültür kimliğinin oluşmasında büyük emeği olan ‘derdini seven adam’ın uğrak yeri. Milyonlarca gencin, inanmanın onurunu kendisinden ve kitaplarından öğrendiği, İslam ilmihalinden başka okunacak kitap bulunmadığı bir devirde susuzlara su, karanlıklara ışık olan bu muhteşem adam şimdi bir içeri girdiğimizde çeşme başını bekleyen ulu bir çınar gibi öylece başına oturuyor.
Yazılarında ve konuşmalarında her daim adeta ”yüksel ki yerin bu yer değildir” sözünü bir çığlık haline getiren müthiş adam hastalıkların kıskacında iki büklüm. Karanlık gecelerde alev topu yüreğini eline alarak yangınlara yürüyenlerin yürekleri daha fazla dayanmıyor. Hayaller yıllar öncesine gidiyor. “Efendim, bizim üzerimizde çok büyük emekleriniz var.” diyorum. “Ümraniye çöplüğünden kâğıt toplayarak yazdığınız Minyeli Abdullahlar, Maznunlar bir dava insanın nasıl olması gerektiği konusunda neslimize büyük ilhamlar verdi. Lise yıllarımda Uşak’ta “Ölüler nasıl dirilir? ” konulu konferansta dinlemiştim sizi. Benim gibi kırsal kesim çocukları için körpe fidanlara verilen can suyu gibi gelmişti o konuşmanız. Sizlere neslimiz adına minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.” Her zamanki o mütevazı haliyle; “Keşke sağlığımız yerinde iken daha çok koşabilseydik.” diyor.
Hüzne çalan yüzü, yaşadığı yıllara ve geçtiği yollara yaydığı ışıkların harman yeri. Bu büyük ruhlu insan acaba ömrünün kaç gününü kendisi için yaşamıştır? Ülkemizde yeniden ışığın belirginleşmesi için Anadolu’da basmadık yer bırakmayan, her çağrıldığı yere koşan bu yorgun küheylanın siyah gözlerinde şimdi bir bahar çağlıyor. Mahkemede devletin temellerini değiştirmekle itham eden hakime; “Hakim Bey, ben mesleğimi bile değiştiremedim, devletin temellerini nasıl değiştireyim?” diyen bu müthiş adam dilindeki rekakete rağmen ateşin bir hatip gibi konuşuyor.
1939′ da ki Erzincan depreminde ailecek, İstiklal Harbi’ndeki fedakarlıklarından dolayı babasına verilen devlet madalyasını satarak aldıkları kerpiç evin altında kalan, üç kardeşi enkazın altında can veren, yaklaşık kırk bin kişinin öldüğü depremde mal mülk ne varsa her şeyleri giden, enkazın altından don-gömlek üstlerinde ne vardıysa onunla çıkan, harabelerin arasından görkemli bir çınar gibi çıkmış. Depremden sonra düşüncelerinde büyük değişiklikler oluyor. Kendini İstanbul’da hiç de ruhuna hitap etmeyen bir arkadaş çevresinde buluyor. ”Hayır, ben böyle olmayacağım, farklı olacağım” diyor.
Çok başarılı bir asker olmasına rağmen, hayatında hep bir şeylerin eksik olduğunu düşünen, 1958’lerde adını sıkça duyduğu Bediüzzaman’ı Isparta’da ziyaret eden, büyük Üstad’ın elini öpmek isteyince, ”Bu ellerde ne var kardeşlerim? Şimdi siz gidin, çünkü çember daralıyor.” sözleriyle içinde tatlı tatlı bir alev yanmaya başlıyor. Her gece, eşi ve çocukları uyuduğunda sessizce kalkarak milyonların içercesine okuduğu o ilk romanını Ümraniye çöplüğünden topladığı kağıtlara yazıyor, evi sık sık arandığı için yazdıklarını bahçedeki kuyuya, tuvaletteki rezerve kapağının altına ya da buzdolabının arkasına saklıyor. Gecelerin en karanlığında Allah’tan başka kimselere açamadığı dertlerini, hasretlerini, hicranlarını, sinesindeki sırları arkası karalanmış kağıtlara döken, bizim kuşağı kitap ve mürekkebin romansı kokusuyla tanıştırıyor.
”Kardeşlerim! Öyle yaşayın ki, hapishanede evi aramayın.’’
Bir keresinde evinin aranacağını öğrendiğinde vefakar eşi Sermin Hanımefendi’ye; ”Beni tutuklayıp götürdüklerinde üç gün bekle. Baktın gelmiyorum, hemen kolundaki üç bileziği sat, git, ananda mı babanda mı, kimde kalırsan kal. Bu bilezikleri ye, bitir. Herhalde sana bir ekmek veren bulunur. Gelirsem gelirim, gelmezsem bir Fatiha oku. İstemiyorsan beni, Fatiha’yı da okuma ama ben gidiyorum” diyor. Benim gibi kırsal kesimden gelmiş milyonlarca gencin araftan kurtulmasına vesile olan ilk romanı “Minyeli Abdullah” piyasaya çıkıp kapışılmaya başladığında; kendisine üç daire parası teklif eden kitapçıya; “Biz bu davaya ekmeğini yemek, saltanatını sürmek için girmedik.’’ diyor. Bediüzzaman onlara; ”Kardeşlerim! Öyle yaşayın ki, hapishanede evi aramayın.’’ demiştir.
İlk romanı Minyeli Abdullah’taki olayları, Anadolu’nun acı gerçeklerinden devşirilmesine rağmen Mısır’da geçmiş gibi göstermek zorunda kalan, kitaplarına Ermenilerin şehit ettiği dedesi Hekimoğlu’nun imzasını koyuyor. Kitap kokuları, mürekkep kokuları, sayfalar, satırlar arasında sohbette kıvamını buluyor. Hiç bilmediğimiz, duymadığımız şeyler öğreniyoruz. Bir Amerika dönüşü sonsuz okyanusun üzerinde bindikleri uçağın üç motoru birden duruyor. Uçak 500 metreye kadar alçalıyor.
“Şu boyayı dökerseniz köpek balıkları yemez, şu boyayı dökerseniz sizi havadan görürler.” anonsları yapılıyor. Uçağın içi ana-baba günüdür. Ağlayanlar, bağıranlar, bayılanlar… İşte o an insan ruhuna güven veren bir ses duyuluyor uçağın içinde. Tıpkı uçsuz-bucaksız bir okyanusun ortasında fırtınada boğulmak üzere olan gemideki Sezar’ın sadası gibi bir ses; “Korkmayın bu gemi benim talihimi taşıyor.” Hekimoğlu Ağabey’in sesidir bu. “Defter kapandı ise zaten uçağın düşmesine bile gerek yok, okyanus koca bir mezar olur, kimse O’nun programını bozamaz, korkmayın.” Ölüm ne ki…
“Büyük davalar oturarak, yatarak değil, koşarak, uğrunda hapis yatarak, yanarak dal budak salar.”
O alevlerin arasında yaşamayı göze almıştır. Victor Hugo’dan etkileniyor, Sefiller’i gözyaşlarıyla okuyor. Jean Valjean gibi ömrü takiplerle geçiyor. Defalarca yargılanıyor, hapse atılıyor. “Büyük davalar oturarak, yatarak değil, koşarak, uğrunda hapis yatarak, yanarak dal budak salar.” diyor. O, derdini seven adamdır. Hep ‘Sabah olacak!’ diyen bu müthiş adam, sabaha giden yokuşlarda yorgun olduğu bir gün, kader onu Fethullah Gülen Hocaefendi ile buluşturuyor. “Ne olacak bu insanlığın hali?” diye soruyor Hocaefendi’ye. “Bu iş, talebe yetiştirmekle olur.” Diyor Hocaefendi. ‘’Tamam, şimdi kurtulduk.’’ diyor.
8.Türkçe Olimpiyatları’nda dünyanın 120 ülkesinden gelen rengarenk öğrencilerin arasında, bahçesindeki güllerin güzelliği ile kendinden geçen emektar bir bahçıvan gibi tekerlekli sandalyesi ile sahnede ödülünü alırken; “Şu gördüğüm manzara benim için sabahın müjdesidir.” diyor. “Tevfik Fikret ‘Sabah olacak!’ diye haykırırdı. O yaşadığı dönemde Osmanlı’nın mağlubiyetini göre göre çıldırmıştır ve öyle ölmüştür. Türkçe Olimpiyatları beklediğim sabahtır.” Cemal Uşşak kardeşimle kitaplarla ve hüzzam sevdalarla dolu odasından izin alıp ayrıldığımızda, Cağaloğlu’nun kitap kokan sokaklarına akşamın melali çoktan çöküyordu.
Hekimoğlu Ağabey’in vefatını öğrenince Cemil Tokpınar Hoca ve birkaç kadim dostla birlikte taziye için Hocaefendi’yi arıyoruz. Telefonu kapatırken Hocaefendi, “Hakkınızı helal edin.” diyor. Ah Hocam ah… Bizim sizde ve Hekimoğlu Ağabey gibi insanlarda ne hakkımız olabilir ki… Asıl siz bizlere hakkınızı helal ediniz. Hepimizin üzerinde o kadar çok haklarınız var ki… Bir Yaşar Tunagür Hoca,
Bir Yaşar Tunagür Hoca,
Bir Cemal Uşşak,
Bir Mehmet Ali Şengül Hoca,
Bir Hekimoğlu geçti bu dünyadan.
Sessiz kuğular gibi ufuklarımızdan süzülüp gittiler. Geride nice eserler, nice tatlı hatıralar bırakan güzel insanlar hakkınızı helal ediniz. Bizi bekleyin… Pek yakında sizinleyiz.