Yine kuzey ülkelerinin karlı-buzlu yollarındayız. Mart soğukları başımızı, bağrımızı hırpalıyor. Süt beyaz aydınlık, gözleri sürmeli geceye çok güzel yakışıyor. Tarihi binaları aydınlatan sarı loş ışıklarla, duvarlara asılı duran fenerlerle, mehtabın oluşturduğu ışıklı gölgelerle şehir, Binbir Gece Masalları’ndan çıkmış gibi.
Camlarından sarı ışıkların sızdığı evleri bir bir geçerek Nihal ve Nedim çiftinin evlerine varıyoruz. Nedim bey de öyle ama yaşadıklarının Nihal hanımı daha çok hırpaladığı hemen anlaşılıyor. Yüzünde çok uzun süren bir acıdan kurtulmanın rahatlığı olsa da korkunun, karanlığın, horlanmanın, yalnızlığın, dışlanmışlığın bütün izleri görünüyor gözlerinde. Gözlerindeki acıların içinde kayboluyoruz. Nihal hanıma “Sizi Bold Medya’dan ‘Çok yoruldum’ başlıklı açık mektubunuzdan tanıyoruz.” diyorum. “Kadınlar sesini duyurmalı.” diyor. 8 Mart Kadınlar Günü vesilesi ile Danimarkalı kadınların dünyanın en çok turist alan yerlerinden biri olan efsanevi Deniz Kızı’nın yanında hem Türkiye’deki tutsak kadınların hem de başta Ukrayna olmak üzere tüm dünya kadınlarının mağduriyetleri için seslerini yükseltmeleri içimdeki umudu yeşertti.
İyi bir ilahiyatçı ve aynı zamanda sosyal bilimci olan Nihal hanım, “Bir medeniyeti yok etmenin üç aşaması vardır.” diye başlıyor hayat hikayesini anlatmaya. “Birincisi, aileyi yok etmektir. Anneyi itibarsız hale getirmektir. İkincisi, öğretmenleri itibarsızlaştırmak. Öğrencilerin hakaret edebilecekleri bir hale getirmek. Üçüncüsü, rol-model insanları yok etmek. Hitler, toplumun sözünü dinlediği Alman mütefekkirleri itibarsız hale getirmişti. Bugün ülkemizde bunun üçü de yaşanıyor. Ben bir öğretmen ve anneyim. Öğretmen vasfımı hep öne yazdım. Çünkü; her zaman öğrencilerime bana Allah’ın, anne babaların bir emaneti olarak baktım ve kendi çocuklarımdan daha çok onlara vakit ayırdım. Ama saçma bir darbe tiyatrosu sonrası ‘terörist’ ilan edildim. Önce öğretmenliğim sonra da anneliğim alındı elimden. Eşimden dolayı rehin olarak gözaltına alınmak istendim. Küçük oğlumun ağlayıp sinir krizi geçirmesiyle, eşimin gelmesi için polisler bir gece mühlet verdiler. O gece apar topar üç çocuğumla evden kaçtım. Hakkımda yakalama kararı çıkartıldı. Çocuklarımdan, sevdiklerimden ayrı yerlerde kaçak bir hayat yaşamaya başladım. Suriye’de zulüm gören insanlar ülkelerinden kaçıp gelmeye başladıklarında ben o bölgede öğretmendim. Her gün o insanlar için dua ediyor, çocukları için çikolatalar, oyuncaklar alıyor, onlarla sohbet etmeye çalışıyor ve onlarla birlikte ağlıyordum.
Ne yazık ki çok geçmeden benim ülkemi yöneten siyasi irade kendi çıkarları için beni ve benim gibi olan anneleri, babaları, öğretmenleri, doktorları, ev hanımlarını, her meslekten insanı bir gecede terörist ilan etti ve hapishanelere tıktı. Ölüme, açlığa maruz bıraktı. Pasaportlarımızı elimizden aldı. Üç yıl kadar bir odanın içinde eşimle iki kişi yaşadık. Üç yılda, tam on yedi ev değiştirdik. Dışarı çıkamıyorduk, ihtiyaçlarımızı bir-iki kişi karşılamaya çalışıyordu. Onlar da takip edilme, yakalanma korkusuyla her zaman yanımızda olamıyorlardı. Çocuklarımızla iki-üç ayda bir, korku içinde görüşmeye çalışıyorduk. Çocuklarım hastalandı. Bir anneye en ihtiyaç duydukları zamanlarda yanlarında olamadım. En yakın akrabalar, kendi harcamalarından artırınca üç-beş kuruş gönderecek diye bakan üç çocuk için, okul masraflarını karşılayacağız diye insanlardan rica minnet, borç isteyip iki büklüm oluyor, sonra da bu durum gururuma dokunduğu için saatlerce ağlıyordum. Çocuklarımın mutlu ve üzüntülü anlarında yanlarında olamamak, insanca özgür yaşayamamak bir kadın olarak en mahrem ihtiyaçlarını bile başkalarından istemek, bir ekmeği birileri getirecek diye beklemek artık beni çok yormuştu. Bu yaşadıklarımın hiçbirini hak etmediğimi düşünüyordum. Çünkü ben bir insandım, bir kadındım, bir anneydim. Zaman zaman yolun sonuna geldiğimi fark ediyordum. Neden mi? Çünkü çok yorulmuştum. Kaçmaktan… Bir odanın içinde yaşamaktan… Çocuklarımdan ayrı kalmaktan… Parasızlıktan… Borç istemekten… Gece gündüz el işi örgüler yapıp onları satabilmek için tanıdıklara yalvarmaktan… Rica etmekten, ezilip büzülmekten… En yakınlarımın vefasızlığından, yardımlarını istediğimizde bir sürü mazeret öne sürüp kaçmalarından… ‘Git cezanı çek, çocuklarının başına dön!’ diye akıl vermelerinden…
Sadece psikolojik olarak değil artık bedenen de çok yorulmuştum. Şeker hastasıydım. İleri derece huzursuz bacak sendromum vardı. Raporlu parkinson ilaçları kullanıyordum. Doktora gidemediğim için tedavi edilemeyen reflü ve iki tane yara vardı midemde. Bunlara aşırı el işi yapmaktan, ağlamaktan ve şeker hastalığının da etkisi ile göz problemlerim ve kadın hastalıkları eklenmişti. Yaklaşık üç aydan beri sürekli kesilmeyen kanamam ve sancılarım vardı. Artık kansızlıktan dolayı çok halsizdim ve hareket edemiyordum. İnternetten bulduğum ya da konuşabildiğim üç-beş kişinin önerdiği bütün bitkisel ilaçları ve hapları kullanıyordum. Hastaneye gidemiyordum. Aylarca özel muayenehanesi olan bir kadın doğum doktoru aradık, bulamadık. Nihayet arkadaşın biri, bir doktor buldu ve benim için konuşup randevu aldı. Evet çok güzel değil mi? Çok sevindik, nihayet dedik. Ama bu sevinç çok sürmedi. Doktor, kimlik ve bir de 200 lira muayene ücreti istiyordu. Bizde ise sadece 25 lira vardı. Kimliğimizi de gösteremezdik. Aylarca diş ağrısı çektim, ağrı kesicilerle atlatmaya çalıştım, dişlerim kırıldı. Tırnak makasının törpüsüyle kırılan sivri yerleri törpüledim, yemek yerken pamuk koydum. Pense ile çekmeye çalıştım.
Sürecin başında, ilk zamanlar ciddi rahatsızlıklarımız yoktu ya da vardı ama idare ediyorduk. Öyle yeme, içme vs. gibi ihtiyaçlarımızı bulduğumuz kadarıyla idare ediyorduk. Tek isteğimiz arayıp soranımız olsun, bir-iki muhabbet edeceğimiz kardeşimiz olsundu. Psikolojimizi bozmamak, ruhsal olarak kuvvetli olmak için hep arkadaş, dost aradık. Yalnız değiliz, tanımasak da kardeşlerimiz var, diyebilmek, ayakta durabilmek için.
Kayın babam üç çocukla gecenin bir yarısında evden kovdu bizi. Annem ise sadece birkaç günlüğüne yanımızda kaldı. Sonra ‘Evlada ihtiyacım yok benim.’ diye bırakıp gitti. Her bir şeye alıştık derken aslında öyle olmadığını vücudumuz bize hatırlattı. Bu süreçte iki defa çok ağır kalp spazmı geçirdim. Şeker rahatsızlığım nedeniyle iki defa konuşma yetimi kaybettim. Defalarca sinir krizleri geçirdim. Kaldığımız yerlere sık sık polis baskını oluyordu. Yerimizi değiştirmemiz gerekiyordu. Geçici olarak birkaç saatliğine arkadaşlardan rica ediyorduk. Kimse bizi evine almak istemiyordu. Olsun diyorduk, insanlar da haklı.
Bu süreçte babam kolon kanseri oldu. Sürecin şartları sapasağlam adamı yıktı. Ne hastalığında yanında olabildim ne de cenazesine katılabildim. Kardeşim, babamın cenazesini gaybubet yaptığım evin önünden geçirdi. Bu benim babamı son görüşümdü. Bir gaybubet evinin penceresinden, tüllerin, perdelerin arkasından gözyaşları içinde veda ettim babama. Buna veda denirse. O sahne gözlerimin önünden hiç gitmiyor, ömrümün sonuna kadar da hiç gitmeyecek…
‘Kızım ben iyileşeceğim, ayağa kalkacağım. Sen de özgür olacaksın.’ diyen babam da bırakıp gitmişti artık. Kısaca, ben bitmiştim. Yorulmuştum. Hayat önüme iki yol bırakmıştı: Teslim olmak ya da intihar etmek. Beni gönderecekleri dosyamın olduğu il Güneydoğu’daydı ve çocuklarıma olan mesafesi on dört-on beş saatti. Eşimin dosyası ise Karadeniz’de bir ilde. On üç saat mesafedeydi çocuklara. Onları bu kadar zor durumda bırakmaya hakkımız var mıydı? Bir şey yapamamak, bir odada hapis hayatı yaşamak benim canımı çok yakıyordu. Artık birçok insani yanımı kaybetmiştim. Birçok defa ölmek istedim. Belki dinim intiharı yasaklamasaydı Nihal böyle bir halde yaşamaktansa intihar etmeyi çoktan seçerdi.
Her iki yol da çıkmaz sokak olunca ‘En güzeli, çıkalım.’ dedik. Bu yol da üç seçenek sunuyordu bize. Ya ölüm ya özgürlük ya da yakalanma. Artık üçüne de razı idik. Annemin de çok ağır hastalıkları vardı. Önceleri bizimle pek ilgilenmeyen annemin, gideceğimizi anlayınca, bütün annelik duyguları geri geldi. ‘Hakkımı helal etmem, gitmeyin.’ dedi. Anne yüreği işte. ‘Gitmemiz lazım anne.’ dedim. ‘Artık dayanacak gücüm kalmadı. Siz de çok yoruldunuz.’ Sonunda razı oldu.
Bir sonbahar gecesi, ölümün pusu kurduğu karanlık sulardan geçerek Yunan polisine teslim olduk. Bize çok iyi davrandılar. Aç olup olmadığımızı sordular. ‘Korkmayın, artık güvendesiniz.’ dediler. Gerek kalmadığı için başıma geçirdiğim şapka gibi bir şeyi elime aldım. Polis onu elimden alıp koyacak bir yer aradı. ‘Şöyle koyuver, gitsin.’ dedim. ‘Olmaz.’ dedi. “Oralar temiz değil.” Yunan polisinin şapkama gösterdiği özeni birinci derece akrabalarım bana göstermedi. Atina’daki evimizde çok mutlu idik. Sanki eski güzel günler geri gelmişti. Birbirimize gelip gitmeler, sohbetler, kermesler, piknikler, iftarlar, nikahlar, nişanlar, düğünler… Yedi nişan, düğün yaptık evimizde. Hicret gelinlerinin ve damatlarının anne babaları yoktu yanlarında. Eşimle onlara annelik-babalık yaptık. Bir gün benim kızımın da gurbette annesiz, babasız, sevdiklerinden uzakta evleneceğini nerden bilebilirdim ki…”
Bu son cümleyi söylerken Nihal Hanım’ın sesi titredi. Sanki bir dal kırıldı içinde. Daha fazla yormak istemedik. Zaten bizim de yüreklerimiz yeterince yorulmuştu. Büyük imtihanları başarı ile vermiş olan bu iki kahraman insandan müsaade isteyip ayrıldığımızda gece de bir hayli ilerlemişti. Daha kapıdan adımımızı atar atmaz soğuğun kırbaçları, sadece başımıza gözümüze değil, yorgun yüreklerimize de inmeye başladı. Her şeye rağmen karın aydınlığından kaynaklanan bir ümit duygusu doldurdu içimizi. Ağaç olma yolundaki fidanlar, beyaz bir patiskadan başını çıkarmış kar çiçekleri gibi ay ışığında önlerindeki baharı selamlıyordu.