Hak ihlaline uğrayanların, canlarını kaybedenlerin sesi olmaya devam eden sanatçı Süvari Öztürk, Türkiye’de yaşanan zulümler ve hayatını kaybedenlerin yaşadığı dramlara karşı farkındalık oluşturmak amacıyla birkaç ay önce yayınlanan ilk stüdyo albümü Enkaz ilgi görmeye devam ediyor.Türkiye gibi güzel bir ülkenin enkaza dönüştürülmesinin acısını kalbinde hisseden Öztürk, hiç kimsenin bu enkazın farkında olmamasını daha acı buluyor. Bir yandan da Avrupa’da büyüyen bir sanatçı olarak politik müzik yapmanın zorluklarını yaşıyor. 2015’ten bu yana gerçek hikayelerden yola çıkarak şarkılar yazıp besteleyen Öztürk, https://www.boldmedya.com/ un sorularını şöyle cevapladı.
Avrupa’da doğup büyüdünüz ama biz sizi sanki Türkiye’de yaşıyor diye hissediyoruz. Niye böyle bir algımız var? Avrupa’da bugüne kadar neler yaptınız?
Doğrudur, 1981 yılında Avrupa’da doğdum, burada büyüdüm ve burada yaşıyorum. Üniversite dönemimde Uluslararası İşletme ve İktisat eğitimi aldım ve günlük hayatımda bir şirkette Avrupa satış ve pazarlama müdürü olarak görev yapmaktayım. Evliyim ve iki çocuk babasıyım. Daha eğitimimin ilk döneminde bile aslında ticaret ve paradan ziyade insan, toplum, kültür ve sanat gibi konular ilgimi çekiyordu, ki zaten çocukluğumdan beri klasik gitar ve bağlama eğitimi alıyordum. Üniversitede bölüm değiştirmek yerine eşzamanlı olarak müzik eğitimi de aldım. 2000’li yılların başında ilk müzik grubumu kurdum ve uzun yıllar Avrupa ve Amerika’da müzisyen arkadaşlarımla birlikte Anadolu Rock ve halk ezgilerini yaşatmak ve sevdirmek için birçok festivale katıldık ve konserler verdik. Özellikle 2015 yılından itibaren kendi şarkılarımı yazıp besteliyorum. Algınıza gelince, sizin beni Türkiye’de yaşıyor hissetmenizi gayet doğal karşılıyorum. Belki Türkiye’de değil, ama emin olun ben kendimi bildim bileli hep Türkiye’yi yaşadım. Nasıl olmasın ki, 1978 yılında 17 yaşında işçi olarak gurbete gelen bir babanın ve 1980 yılında yine 15 yaşında gurbete gelin gelen yetim bir annenin ilk çocuğu olarak dünya geldim. Yıllar hep sıla özlemiyle, ancak iki üç yılda bir izine gidilebilen ve aile ile buluşulabilen yaz tatillerini beklemekle, vakit yaklaştıkça ve mesafeler azaldıkça artan hasret ve gözyaşlarıyla geçti. Siz de takdir edersiniz ki, çocukluğunu bu ortamda hep gurbet ve hasret türküleri eşliğinde geçiren benim de her sözümde ve bestemde inceden inceye bir memleket sevdası ve hasreti tüter. Dışarıdan gören de öyle hisseder…
Türkiye’de herkes kendini enkaz altında kalmış gibi, bazıları enkaz altında bırakılmış gibi hissediyor. Bu şarkılar nasıl ortaya çıktı? Siz de kendinizi enkaz altında mı hissediyorsunuz? Herkes enkazın altından çıkmaya çalışıyor. Siz bu süreci nasıl yaşadınız, yaşıyorsunuz?
Herkes enkazın farkında mı ve hissedebiliyor mu pek emin değilim, ama güzel ülkenin bir enkaza dönüştüğü aşikar. Zaten bundandır benim de albümümdeki en protest şarkıma ve albümüme ENKAZ ismini vermem. Ülkenin yalan ve yolsuzlukla yönetilmesine göz yumuluyor ve hoş görülüyor. Din ve milliyet istismarı Türkiye halkının çok büyük bir kısmının zihnini ve belki de gönlünü doldururken, kuru şovenizm ve siyasal islamın kör ettiği gözler, ülkenin içinin boşaltıldığını, ülke ekonomisinin artık trajikomik bir hal aldığını ve yavaş yavaş halkın fakirlik ve açlık sınırının altında yaşamaya başladığını görmezlikten geliyor.
Adaletsizlik, baskı ve zulüm dorukta. Yok yere işinden ve aşından edilmiş yüzbinler var. İnsanlar, daha da acısı çocuklar, ölümün eşiğinde yaşlılar, çocuklu anneler ve hamile kadınlar yok yere hapiste ömür çürütüyor. Kimi masumlar hücrede ya da işkencede can veriyor. Kimi umudunu ve yaşama arzusunu yitiren gençler çareyi intiharda buluyor. Bu çileyi çekmek ya da bu diyarı terk etmek arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılan insanların göç yolunda neler yaşadığı da ayrı bir dram zaten. Ege’de ve Meriç’te boğulan insanların sayısı bilinmiyor. Bu durum insanlarda adalet duygusunu ve vicdanı harekete geçirmiyor ve arkalarından neredeyse sevinç çığlıkları atılıyor. İşte kelimenin tam anlamıyla bir ENKAZ’dır bu.
Tarihte her zulüm döneminde sanatın ve sanatçıların büyük bir kısmının muhalif bir duruşu olmuş, mazluma umut ve cesaret vermiş, yaşanılan zulüm yarınlara aktarılmış, ibret alınmış ve tekrarlanmamasında etkili olmuş. Maalesef bugünün Türkiye’sinde sanat suspus ve sanatçıların geneli saray soytarılığına soyunmuş. Vicdanını yitirmemiş üç beş sanatçı da yine belki korkudan, belki de geçim derdi ve endişesinden susuyor. Susmayan yok mu, elbette var tek tük. Onlar da ya yine bir süre sonra güce angaje oluyor ya da sükut suikastine tabi tutuluyor ve konserleri yasaklanıyor. İşte böyle bir dönemde benim şarkılarım kendi iç çekişlerimdir. Kabullenmekte ve hazmetmekte zorlandığım acıları, hayal kırıklıklarını ve öfkeyi bir zehir gibi kendi içime akıtışım ve haykırışlarım, inadına sımsıkı tutunmaya çalıştığım inancı ve umudu bir panzehir gibi açık ve derin yaralara sürmelerimdir. Sanatımla üstlendiğim misyon itibariyle kendimi çok güçlü bir akıntıya karşı bir başına kürek çekiyor hissediyorum. Bir başına diyorum, çünkü duruşum itibariyle hiç kimsenin tribününe oynamadan, kimsenin borazanlığını yapıp desteğine tamah ve minnet etmeden, kendi imkanlarımla sadece kendi vicdanımın sesini dinleyip dillendiriyorum. Bu durum da beni zaman zaman yormuyor desem yalan olur. Bu süreçte zulmün direkt olarak muhatabı olmadım, ama ben de kendimi enkaz altında hissediyorum. Belki enkaz benim üzerime yığılmadı, ama enkaz altında kalanların yanına girip, onlara bir el uzatıp, nefes ve ses olma gayretinde ben de enkazın tozuna dumanına bulandım.
İnsanlık, adalet, özgürlük, barış, sevgi ve kardeşlik adına bir albüm yaptınız. Şarkılarınızda acılar ve sistem eleştirisi var. Politik müzik günümüz insanının ilgisini çekiyor mu?
Ahmet Kaya gibi, bir devire ve ekole imza atmış bir halk sanatçısının bile ‘’ben yaşarken anlaşılmak istiyorum‘’ diyerek dert yanması, yüzüne çatal fırlatılırken yalnız bırakılması ve sürgünde yatması; Cem Karaca gibi bir değerin yine gurbette ömür tüketmesi; Nazım Hikmet Ran gibi, en acı ve gerçek sürgün şiirlerinin yazarının Karlı Kayın Ormanı’nda ayaklarına en sivri dikenlerin batması, bu toplumda acıları dillendiren ve sistem eleştirisi yapan sanatçıların nerede, ne zaman, ne kadar ve nasıl algılandığı, anlaşıldığı ve ilgi gördüğünün çok acı göstergesidir bence.
Günümüz insanının durumu ve toplumcu, gerçekçi ve politik müziğe gösterdiği ilgi de maalesef dünden daha iç açıcı değil. Belki de acıların ateşi küllendikten ve serin rüzgarlar esmeye başlayıp son korlar da söndükten sonra sanat ve müzik gibi değerleri insanımızın gözü görmeye başlıyor. Yazıldığı dönemde yasaklanan eserler yıllar sonra ayakta alkışlanıyor ve hayattayken linç edilen sanatçılar ölümünden sonra aynı insanlar ve kesimler tarafından hasretle yâd ediliyor. Ben de bu gerçekleri göz önünde bulundurarak şarkılarımı ve gördükleri ilgiyi doğru değerlendirip beklentilerimi de ona göre ayarlamak ya da daha doğrusu sıfırlamak durumundayım. Bunun kolay bir şey olduğunu söyleyemem kesinlikle ama müziğimin gerekliliğine inancım ve nispeten az da olsa ulaştığı insanlardaki etkisini görmem, bu konuda azim ve gayretimi artırıyor.
Enkaz albümümde, özellikle yaşanmış gerçek hadiselere değindiğim, Derdim İnsandır Benim, Nazlı’nın Türküsü, Feridun, 13 Gece ve Sürgünün Çocuğu gibi eserlerimin doğrudan muhatapları tarafından sahiplenilmesinden onur duyuyorum. Özellikle, on üç gün gözaltında işkence sonucu can veren Gökhan Öğretmen’in eşinin 13 Gece isimli eserime ‘’Bu eserin sözleri on üç gün, on üç gece hiç görüşemediğim, sesini bir kez olsun duyamadığım eşime söylemek istediklerim ve onun bana söyledikleri sanki‘’ diye yorum yapması, müziğimin ne kadar önemli, doğru ve gerçek olduğunu bir kez daha vurguluyor benim için.
Bir yandan herkes ‘Geçcek” gibi pop müzik şarkılardan medet umarken bir yandan da Feridun’un başına gelenlere duyarsız. Bu çelişkiler hakkında ne düşünüyorsunuz, sizi nasıl etkiliyor?
Popülarite illa ki çok önemli bir şey, ama korona virüsü ve o dönemin bunalımı için yazılıp, dönemin Sağlık Bakanı’na selam vererek yayınlanan bir eseri muhalif bir duruş ve sistem eleştirisi olarak algılamamak ve bu yönde bir medet ummamak gerek bence. İnsanların Korona yasaklarından bunaldığı ve kendi sağlıkları ve akıbetlerinden endişe duydukları bir dönemde böyle bir şarkı, tabi okuyan da Tarkan gibi bir megastar olunca, illa ki rağbet görecek ve görmeli de… Feridun’un başına gelenlere duyarlı olmak bence daha farklı bir mesele. Bu bence insanlık onurunun, adalet duygusunun, vicdanın, merhametin, diğergamlığın ve aydınlığın Türkiye insanının hayatında bencillik, haset ve cehalete nazaran nasıl bir yeri olduğuyla alakalı bir şey.
Söyleyin, reva mı daha yedi sekiz yaşlarında Feridun’un annesi, babası ve ablalarıyla birlikte Türkiye’yi terk etmek zorunda kalması ve Ege’de boğulması? Feridun’un resminin altına yapılan yorumu hiç unutamıyorum. ‘’Ne yani, dağda bir teröristin ayağı burkulsa yas mı tutacağız? Öldüğü iyi oldu, büyüseydi o da vatan haini olacaktı‘’ diye yazmıştı birileri. Reva mı bu?
Bu sözler, geneli itibariyle komşu açken tok yatmamaya, el ve dil ile kimseye zarar vermemeye, insanı insan olduğu için ve yaradanından dolayı sevmeye inandığını ifade eden ve geçmişleriyle böbürlenip sürekli tarihlerini ve dedelerinin kimliğini gururla vurgulayan kesimler tarafından söyleniyor. Bu çelişki bence tam da Yusuf Hayaloğlu’nun ifadeleriyle ‘’ne yaman çelişki, çaldılar çocukluğumu habersiz, uçurtmam tel örgülere takıldı, kurtlar sofrasına düştüm, çağ yangınında tutuştum…”
Bu çelişkileri ben insanlık adına aşağılık bir dram olarak görüyor, hayretle, hayal kırıklıklarıyla, acı ve öfkeyle seyrediyorum. İbrahim’in yangınına ancak bir damla su taşıyabilen ve onu taşımaktan da geri durmayan karınca misali içimi şarkılarıma döküyorum. Şarkılarımın bu yangından payını alanlara bir
umut, geleceğe de bir ibret olmasını istiyorum.
Yine her şeye rağmen, albümümün yedinci şarkısı Yangında Gece’de söylediğim gibi:
Yılmıyorum, bu da geçer,
Adım gibi biliyorum.
Gözlerimi yeni güne
Biledikçe biliyorum…
Türkiye’nin son döneminde yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili şarkılar yapıyorsunuz? Müzik piyasasında bu durum nasıl karşılandı?
Müzik piyasası malumunuz çok geniş bir kavram. Pirime, şova, menfaate ve kazanca dayalı bir ortamda, sanatın ve sanatçının popüler kültüre ve güce angaje olduğu bir dönemde akıntıya karşı kürek çeken konumda olmak, insanların düşünmekten korktuğu meseleleri ateşin en harlı olduğu zamanda dahi şarkılarda haykırmak, genelde uzak durulan, bulaşmamaya çalışılan ve an itibariyle ana akım ve özel medyada pek yer verilmeyen bir iştir. Dolayısıyla şarkılarımın şimdilik çok büyük kitlelere ulaşmadığına inanıyor ve bunu normal karşılıyorum.
2017 yılından itibaren şarkılarımı paylaştığım Youtube kanalım ve albümümüm yayınlandığı Spotify ve Apple Music gibi dijital platformlardaki hesaplarım toplamda yine de bir milyonun üzerinde izlenmeye ulaştı ve özellikle Twitter üzerinden çok destek ve yorum aldı. Bu vesileyle tekrar takipçi ve dinleyicilerime çok teşekkür ediyorum. İlla ki kimliğimi ve cesaretimi sorgulayanlar, hakaret ve tehdit savuranlar, kendilerince üslup dersi vermeye çalışanlar oldu. Aldırış etmedim. Protest şarkılarımda geçen her bir cümlemin arkasında duruyor ve altına tekrar gururla imzamı atıyorum. Susturulmuş, çığlıkları duyulmayan yüzbinler ve belki de milyonlar adına Enkaz isimli şarkımda ben yine ‘’Benim güzel yurdumun suçu ne ulan‘’ diye haykıracağım.
Annesi ve babası elinden alınan ve yalnızlığını sokaktaki bir köpeğe şikayet ederken defalarca ‘’köpek, annem nerede?‘’ diye soran Zeyneb’in yanında durup, bütün üslup ve saygı ‘derslerine’ rağmen, bu dönemin mazlum çocuklarına yine o şarkımı söyleyeceğim:
Susma Zeynep, sor hesabı
Ama şimdi doğru ite!
Haykır zalimin yüzüne
Köpek! Annem nerede?
Öte yandan Feridun Maden’e, Nurefşan Teke’ye, Mahir Mete Kul’a ‘’Ziyanı yok, sen yerine ben düşeydim o ummana‘’ diyerek acılarını paylaşacak, iftiralarla hayatları karartılmış masumlara Şafak isimli şarkımda ‘Mazlum yere düşse bile, gün gelir elbet doğrulur‘’ diyecek ve kendimce ümit vereceğim. Sanatçı arkadaşlarım arasında beni anlayan, gayretimi takdir eden ve destekleyen de çok oldu elbette. Şarkılarım kimilerine göre ateşten bir gömlek, ölü bir doğum, ticari piyasa açısından stratejik bir hata ve gereksiz bir yatırım oldu. Kimilerine göre de sanat camiasında son yirmi yılın en anlamlı ve kaliteli işini yaptım, bu dönem mazlumlarının ilk ve tek sesi oldum, uzun vadede çok ses getirecek, kalıcı, arşivlik işler yaptım ve ismim ve yerim insanların aklından ve kalbinden asla silinmeyecek. Ben gözümü zafere değil sefere diktim. Önümüzdeki dönemde şarkılarımın nasıl bir yol izleyeceğini ve nerelere geleceğini elbette zaman ve hayat gösterecek…
Katıldığınız yayınlarda birçok şarkınızın hikayesinden, yazım ve yapım aşamasından bahsettiniz. Ama albümünüzde geçen bir isim var ki, üzerinde pek durulmamış. Nazlı’nın Türküsü’ndeki Nazlı kim?
İnsan dendiğinde benim aklıma ilk olarak en masumları, yani çocuk ve annesi gelir. Çocukların yüzlerinden tebessümleri çalınıyorsa, masum anneler elleri kolları bağlı çaresiz bırakılıyorsa, bu ayıptır, günahtır, zulümdür, cinayettir… Nazlı 2018 yılında sezeryanla doğum yaptıktan hemen sonra, hastanede tekerlekli sandalyede gözaltına alınan bir anneydi. O dönemde doğum odalarının kapısında polis beklediği ve doğumdan hemen sonra annelerin, yandaş medya kanallarının alçakça tabirleriyle, derdest edildiği haberleri sıkça gündeme geliyordu. Nazlı Nur Mert gibi, Aysun Aydemir gibi, Fadime Günay, Hatice Avan, Derya Gül, Yasemin Özkul, Hümeyra Er, Özlem Meci gibi isimleri o dönemde okudum ve tanıdım. Bir anne doğum odasının kapısında beklenir mi? Kapının açık kalması, şayet kapatılacaksa annenin ellerinin ve ayaklarının doğum esnasında yatağa kelepçelenmesi emredilir mi? Yürüyemeyecek durumdaysa, tekerlekli sandalyede gözaltına alınır mı, hapsedilir mi? Bebekler ve çocuklar anneleriyle hapse girer mi, girse dahi annelerinden ayrı koğuşlarda tutulur mu? Bebekler çöp kovalarında soğuk suyla yıkanmak zorunda bırakılır mı? Anne sütü bebeklerden esirgenip lavaboya veya çöpe dökülür mü?
İste bu soruların beynimi yaktığı bir dönemde bu isimlerden bazılarına akrostişler yazdım ve besteledim. Bunlardan biriydi albümüme aldığım Nazlı’nın Türküsü. Unutulmasın ve sanatın en güzel ve ince şekliyle tarihe kaydedilsin istedim. Bu isimler şahsında bütün annelere ve çocuklara armağan etmek istedim en içten duygularımı…
Nazlı’nın Türküsü
Niçin hazin hazin bakar gözlerin
Ahuzarın her bir yanda duyulur
Zannetme ki yalnızsın bir başına
Lime lime olmuş kalbim kıyılır
Izdırabın sarar tüm benliğimi
Ne söylesem, ne yapsam da beyhude
Umutsuzca bakma öyle, gel etme
Ruhum pare pare oldu oyulur
Madem ki bu dert bize aşktan geldi
Elbet dermanı da yine aşk olur
Rüzgar diner güller açar yüzünde
Tarih şahit, eden Allah’tan bulur…
Albümde hangi sanatçılarla çalıştınız? Hazırlık aşaması nasıl gerçekleşti?
Takdir edersiniz ki toplumcu gerçekçiliğe dayanan sanat kolay kolay herkesle yan yana durmaz ve herkes de bu sanatın ve özellikle de protest söylemlerinin yanında durmaya kolay kolay cesaret etmez. Profesyonel çalışmalarımı ve işin mutfak sürecini paylaşacağım kişilerin benimle aynı hassasiyete ve vizyona sahip olması gerekiyordu. Her şeyden önce, enkazın farkında olan ve ‘’İNSAN‘’ dendiğinde amasız fakatsız bütün akan suların durduğu, cesaret ve gayretin dorukta olduğu bir zihniyetti aradığım. Bir başka hassasiyetim de, ne pahasına olursa olsun, asla kaliteden ödün verilmemesi gerektiğiydi. Çünkü hayatta en haz etmediğim ve karşı çıktığım şeylerden biri de iyi niyetle yapılan ama vasat işlerdir. Uzunca bir arayış ve mücadele sonucunda yollarımız devrimci müzikte öncülerden olan Ercan Aydın ile kesişti. Benim Yüksel Direnişi için yazıp bestelediğim şarkıma Defne Halman, Orhan Aydın ve Ahmet Bozkuş ile birlikte Ercan Aydın da katılmıştı. Oradaki kalitesi, özverisi ve alçak gönüllülüğünü çok takdir etmiştim Ercan dostumun. Sonrasında albüm projelerimizi birleştirmeye ve bu yolun yalnızlığını paylaşmaya karar verdik. İki kardeş, sırdaş ve yoldaş albüm olarak ‘ENKAZ’ ve ‘Ben Seni Çok Sevdim’ isimli albümlerimizin çalışmalarına başladık. Eserlerimizi Türkiye’nin en usta müzik direktörlerinin, en iyi stüdyolarının, senfoni orkestralarının, virtüözlerinin ve tonmaisterlerinin tezgahından geçirdik, Ercan dostumla karşılıklı dayanışma içinde ürettik.
Enkaz albümümde yer alan beste ve şarkı sözlerimin her ne kadar tamamı bana ait olsa da, okuma kayıtlarımı yapmadan önce son bir kontrol ve tashih için Ahmet Bozkuş’un Türk dili ve edebiyatı tecrübesine müracaat ettim. Ayrıca albümümün görsel tasarımları ve klip çekimleri de yine Ahmet Bozkuş ve ekibi tarafından yapıldı ve onun olağanüstü estetik anlayışıyla taçlandı. Bu vesileyle bu dostlarıma buradan tekrar teşekkür ediyorum.
Önümüzdeki dönemde sanat çalışmalarınızın arkası nasıl gelecek ve sizi nerelerde ve nasıl göreceğiz?
Ercan dostum bir yayında benden bahsederken ‘’Nerede düşen bir mazlum varsa Süvari Öztürk yanında durmuş, el uzatmış ve onun sesi olmuş‘’ demişti. Bundan sonra da bu hüsnüteveccühe layık olmak için gayret edecek ve yoluma aynı şekilde devam edeceğim. Önümüzdeki dönemde gerçekleştirmek istediğim bazı projelerim var. Sözleri ve besteleri yine bana ait olan ikinci albümümün stüdyo hazırlıklarına başlayacağım. Bununla birlikte Ercan Aydın ile beraber yapmayı düşündüğümüz bir ortak albüm çalışmamız var. Bu albümde Ahmet Kaya şarkılarından tanıdığınız, aramızdan ayrılmış ama en güzel şarkı sözlerine ve şiirlere imza atmış harika bir şairin, Yusuf Hayaloğlu’nun şiirlerini birlikte besteleyip okuyacağız. Bunların yanı sıra konserlerimiz devam ediyor. Özellikle Avrupa ve Amerika’da birlikte bir yoğunluğumuz olacak yeni sezonda. Derdi insan olan şarkılarımızı herkesle birlikte söyleyecek ve bu karanlık zamana bir umut, bir heyecan ve aydınlatıcı bir meşale olmak için gayret göstermeye devam edeceğiz.