Üstad Hazretleri, “Her bir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’an öğretmektir.” (Barla Lâhikası, 163. Mektup, 173. sayfa) diyor. Hocaefendi de; “İnsan seneler geçse de ilkokul öğretmeni ile, kendisine Kur’an öğreten hocasını unutmaz.” demişti… Gerçekten de öyledir.
İnsanın hançeresi küçük yaşta her dilin her harfini telaffuza uygun oluyor. Ama yaş ilerledikçe bir kemikleşme oluyor, kendi dilinin hatta kendi şivesinin dışındakileri telaffuz etmekte çok zorlanıyor. Onun için çocuklarımıza küçük yaşta Kur’an okumasını öğretmemiz gerekiyor.
Ama çok dikkat etmemiz gereken bir husus var. Yaz Kur’an kurslarında, câmilerde verilen kurslarda bilhassa Türkiye dışındaki hayat cevherlerimiz evlatlarımızı korumak, özümüze ve kökümüze bağlı yetiştirmemiz için; hatta inkârcı görüşlere, ahlâksızlıklara, uyuşturucu ve çetelere karşı da uyarıp seviyelerine göre antikor vermemiz lâzım… Bir de Kur’an derslerinin bir şekilde sene içinde de devam etmesi gerekiyor.
Aksi takdirde bir eksiklik oluyor.
Benim yakınlarım köyümüzde Kur’an öğrendiler, ezan okudular, kamet getirdiler. Ama Afyon Lisesi’nde yatılı okuyup Ege Üniversitesi’ne gelince, materyalizmin felaketlerinden kendilerini kurtaramadılar.
Kur’an kursunda beraber okuduğumuz sonra yollarımız lisede ayrılan arkadaşlarımızla karşı karşıya geldik… Çünkü onlara materyalist diyalektiğe karşı, imanlarını koruyacak bilgiler, tabir-i caizse antikorlar verilmemişti. O günlerde bizim usul bilmemezliğimiz, kuru münakaşa ve karşı koymalarla problemi çözebileceğimizi zannetmemiz de meseleyi iyice kördüğüm haline getirdi…
İmam-hatip okulu lise kısmındayız. Yaz tatillerinde memleketimize sadece 15 gün izin veriliyor. Gerisini İzmir’in tarihi Kestanepazarı Camii bitişiğindeki yurtta geçiriyoruz ve dolu dolu kurs alıyoruz. Zaten biz her şeyi yani İslâm ilimleri adına bildiklerimizi orada öğrendik. Boşuna Kestanepazarı Üniversitesi demezdik. Bir gün baktım, Hafız Ahmet Çetin arkadaşımız bir lise öğrencisine Kur’an ve tecvid dersi veriyor… Çok güzel öğretiyor. Ama o kadar… Bunun yanında İslâmiyet ve Kur’an ile ilgili lüzumlu bilgilerden de bahsetmesini söyledim. “Anlaşmamız böyle.” dedi. “Peki sizin programınız bitince ben ilgilensem olur mu?” dedim. “Öğrenci kabul ederse, olur.” dedi. O kabul edince biraz sohbet ettik. Sonra Yirminci Söz’ün İkinci Makamı’ndan, Kur’an’ın bugünkü gelişmiş modern ilim ve medeniyet hârikalarına bakışına dair kısımları okudum. Çok hoşuna gitti. Maalesef, okullarda bilim, din ile çatışır diye bir telkinde bulunuyorlardı. Bunlara en güzel cevaptı… Ama öbür gün Kur’an ve tecvid dersinden sonra kalmak istemedi. Dayılarının evinde kalıyormuş. Gidip anlatınca, sağ-sol meseleleri akıllarına gelmiş. “Boş ver… Öyle şeylerle uğraşma” demişler.
Aradan birkaç sene geçti. Merhum Dr. Mustafa Asutay Ağabey’le tanıştık. Arabasıyla her yere koşturmaya başladı. Bir gün, bir yeğeninden bahsetti. “Halbuki lisede iken özel Kur’an ve tecvid tersi de aldırtmıştık. Ama şimdi kimya fakültesinde, sol hareketlerin içine girmeye başladı. Geçen yürüyüşe katılmış, çok üzülüyoruz.” dedi. Ne yapabiliriz diye düşünürken, birden hatırladım ve “İsmi Ercan mıydı?” diye sordum. Şaşırıp “Nereden biliyorsun?” dedi. İlgilenmek istediğimi fakat mümkün olmadığını söyledim. Sonra “Şöyle yapalım; sizin evde bir sohbet başlatalım… Kimya fakültesinden arkadaşlarını davet edelim, onu da çağıralım. Kendi yaşıtlarıyla beraber olsun. Rahatça istediği şeyi konuşsun, istediği soruları sorsun… Fıtrî; bir şey olsun.” dedim. Gerçekten bir müddet sonra arkadaşlarıyla olması gereken noktaya geldi…
Ama mutlaka bunların tedbirlerini çok önceden alalım.