İbadet, aczini ve fakrını Hak katında hissedip hayret ve muhabbetle secdeye kapanmaktır.
Yolu, yordamı, mesleği, meşrebi reşha (sızıntı) olanlar, kendi zâtlarında fakirdirler; hiçbir şeyleri yoktur ki, ona dayanıp kendilerine güvensinler… Hiçbir renkleri yoktur onunla görünsünler. Başka şeyleri tanımıyorlar ki ona yönelsinler. Hâlis bir safvetleri var ki, doğrudan doğruya Hak Güneşinin timsâlini göz bebeklerinde saklıyorlar.
Özellikleri bunlar olanların, gurur, kibir, gaflet, enâniyet, semtlerine sokulmaması lâzım… Eğer bilerek veya bilmeyerek böyle bir şeye maruz kalıp, bir imtihana tutulurlarsa, Cenab-ı Hak kemâli merhametiyle onları bazı sıkıntılı süreçlerle bu ârızalardan temizler. Sadece temizlemekle bırakmaz, dayanıklıklarını da artırır. Yüksek bir eğitimden geçmişçesine kemâle liyakatin nişanları ile taltif eder… Yepyeni ve daha büyük açılım ve atılımlara zemin hazırlar. Dünya çapında işler yapacak, cihanı aydınlatacak nurların merkezi organizesini yapacak bir nüveyi, kendi halinde Van’da, Erek Dağı’nda bırakmaz. Onu zâlimlerin eliyle alıp getirir Isparta’ya, oradan Barla gibi gözlerden ırak bir yere “Ve le kad mekkennâ” sırrıyla Hz. Yusuf’a yaptığı gibi yerleştirir… Onun reklamını yaptırıp tanıtmak için Eskişehir, Denizli, Afyon mahkemelerinde arz-ı dî;dar ettirir… Sonraları onun yolunda, Yirmi Yedi Mayıs’lar, On İki Mart’lar, On İki Eylül’ler, Yirmi Sekiz Şubat’lar, Ergenekon’lar, Balyoz’lar ve günümüzdeki süreçler icat eder. Bunların hepsinde bir tasaffî; ve terakki vardır… Bunlar mânevî; tekamülün menzilleridir. Şimdi Üstad Hazretleri’nin şu ifadelerini “Bana hitap ediyor, bütün bunları bana söylüyor” diyerek derin derin bir mütalaa edelim:
“Kendimce câ-yı hayret ve medar-ı şükran bir taarruz: Bu fevkalâde enâniyetli ehl-i dünyanın enâniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsaydı, keramet derecesinde veyahut büyük bir dehâ derecesinde bir muamele olurdu. O muamele de şudur: Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça riyâkârâne enâniyet vaziyetini, onlar enâniyetlerinin hassasiyet mizanıyla hissediyorlar gibi, şiddetli bir surette, ben hissetmediğim enâniyetimin karşısına çıkıyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zalimâne bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlâhî;yi düşünüp, ‘Niçin bunları bana musallat etti?’ diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enâniyete fıtrî; meyletmiş veyahut bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit, kader-i İlâhî;, o zalimlerin zulmü içerisinde, hakkımda adalet etmiş derdim.
“Ezcümle (bu cümleden olarak), bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak, nefsimde hodfuruşâne bir keyif arzusu uyanmakla, ehl-i dünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil, belki çok iştahlarımı kestiler. Hattâ, ezcümle, bu defa Ramazan’dan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî; bir imamın bize karşı gaybî; kerametiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde, ben bilmeyerek, nefsim müftehirâne, güya müteşekkirâne perdesi altında riyâkârâne bir enâniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyâkârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenâb-ı Hakk’a şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlâs oldu.” (Yirmi İkinci Lem’a’nın Hâtimesi)
Tekrar tekrar okuyup biz de, dersimizi ve ibretimizi almaya çalışalım…