[KEMAL AY-TR724.COM]
“Meclis’te PKK’nın barındığı bir gölge vardır, bunu Meclis’in üzerinden kaldırmakla yükümlüyüz” sözünü sizce kim söylemiştir? Ya da şunu: “Eşkıyayı Bekaa’da (Kandil’de) aramaya gerek yok. Maalesef bunların bir kısmı Yüce Meclis’in çatısı altındadır.”
HDP Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın yanı sıra, HDP’li 11 milletvekilini gözaltına alıp 9’unu tutuklayan bugünün Türkiye’sinde siyasetçiler ya da güvenlik bürokrasisi tarafından söylense, sırıtmayacak sözler bunlar.
Ancak bu sözlerden ilkinin sahibi, 1993’te Başbakan olan Tansu Çiller. Turgut Özal’ın ani ölümü sebebiyle Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı olunca, iktidar ortağı DYP’nin başına o dönem Hazine’den sorumlu devlet bakanı Tansu Çiller getirilmişti. Boğaziçi mezunu, Amerika’da iktisat profesörü olarak lanse edilen Çiller, ilk yurt dışı gezisinde Kürt meselesiyle ilgili (İspanya’daki) “Bask modeli”ni önermişti ancak sonrasında çabucak ülke iklimine uyum sağlamıştı.
1990’lara da büyük umutlarla girilmişti
1980’lerin sonunda, Turgut Özal liderliğindeki Türkiye yine bir ‘demokratik açılımlar’ ülkesiydi. Medyada hemen her konu konuşuluyor, tabular bir bir yıkılıyordu. 12 Eylül darbesiyle kapatılan CHP’nin yerine kurulan Erdal İnönü liderliğindeki SHP, Güneydoğu’da Kürtlerle işbirliği yapmıştı. Kürt siyasetçiler, SHP yönetiminde söz sahibi olmuşlardı. 1960’lardaki Türkiye İşçi Partisi deneyimi, Erdal İnönü’yle yeniden yaşanıyordu.
Ancak her şeye rağmen iklim gelgitliydi. 1984’te başlayan PKK terörü, kamuoyunda Kürt siyasetçilerle ilgili olumsuz imaj oluşturuyordu. 1989’da SHP, hayli özgürlükçü bir Güneydoğu Raporu hazırlamıştı fakat kısa süre sonra aralarında Ahmet Türk’ün de olduğu Kürt siyasetçileri partiden ihraç edecekti.
Kürtçe Meclis’te
Yine de Erdal İnönü, 1991’deki seçimlere, SHP’den ayrılan siyasetçilerin kurduğu HEP’le birlikte girme iradesi gösterdi ve böylece Güneydoğu’dan milletvekili çıkarmayı başardı. O milletvekillerinden birisi Leyla Zana’ydı. 1991’de Meclis’teki yemin törenine sarı, kırmızı ve yeşil saç bandıyla gelen Zana, yeminini ettikten sonra, Kürtçe olarak “Bu yemini Kürt ve Türk halklarının kardeşliği adına yapıyorum” deyiverdi.
Bu durum hayli tepki çekse de, o yasama döneminde SHP ile DYP koalisyon kurmaktan geri durmadı ve sağ-sol dayanışması, toplumda bir anda büyük bir umut olarak görüldü.
Ne var ki, 1992 ve 1993’te önce terör tırmandırıldı, ardından toplumdaki kutuplaşma arttırıldı. PKK meselesini ‘silahla’ çözebileceklerini düşünenlerin sözü geçmeye başladı. Medya bu yönde yayın yaptı, toplum buna hazırlandı. İşte yukarıdaki ikinci cümleyi, o sırada Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş söyleyecekti. Güreş’in Çiller üzerinde hayli etkili olduğu, daha sonra DYP’den milletvekili olmasıyla da güçlenen bir iddiaydı.
Faili meçhuller ve tutuklamalar
1990’da HEP’in Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, İnsan Hakları Derneği’nin Genel Kurul’unda Kürtçe bir konuşma yaptı. Daha sonra bu konuşmadan ötürü yargılandığı davada da savunmasını Kürtçe olarak dile getirdi. Meşhur, “anlaşılmayan bir dilde savunma yapıldı” cümlesi ilk kez orada kayda geçti. 1990’ların ilk faili meçhul cinayetine kurban gidecekti Vedat Aydın, Temmuz 1991’de işkence edilmiş cansız bedeni sokakta bulundu.
1993’te bu kez HEP kapatıldı. Partileri kapatılan Kürt milletvekilleri DEP’i kurdular. 2 Mart 1994’te ise Leyla Zana, ABD’de yaptığı bir konuşma gerekçesiyle Meclis çıkışında gözaltına alındı. Bir gün sonra Meclis’te milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Bunu gören DEP’li vekiller, Meclis’ten çıkmayarak tepkilerini gösterdiler. Ancak iki gün sonra, polis Meclis’e girerek DEP’li vekilleri yaka paça emniyete götürdü.
O zamanlar da “Milli Mutabakat” vardı. Terör saldırıları ve medyanın kışkırtıcılığı sebebiyle Kürtlere yönelik toplumsal nefret artmıştı. Devletin resmi Kürt politikasına aykırı bir şeyler söylemek, “PKK’ya yardım” olarak mimleniyordu. Birileri Tansu Çiller’e, “milliyetçi oylara oynarsan, yükselirsin” demiş olmalıydı ki, Çiller’in DYP’si giderek daha milliyetçi bir çizgiye kaydı.
1994’te hızlıca işleyen ‘yargı’, 1991’de milletvekili olan Leyla Zana, Mahmut Alınak, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Selim Sadak ve Sedat Yurtdaş’ın tutuklanmasına karar verdi. Ardından kısa sürede Demokrasi Partisi (DEP) kapatıldı. Yerine Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kuruldu.
‘Sıkıyönetim varmış gibi’
1993 için gazeteci Muhsin Öztürk, “Adı konulmamış darbe” ifadesini kullanıyor. 1993’te olup biten olaylar alt alta dizildiğinde gerçekten de bir “darbe süreci”nin işlediği görülebilir. Öyle ki, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, yapabildiklerini gazeteci Fikret Bila’ya şöyle anlatmıştı: “[Siyasetçiler] her istediğimi yapabilecek bir ortam veriyorlardı bana. Fiilen dolduruyordum. Sanki sıkıyönetim varmış gibi fiilen dolduruyorduk. Öyle çalışıyorduk. (…) Demirel de memnundu. Valilerin hiçbiri bana bir şey demiyordu. Yetki sende değil, demiyorlardı. Hepsi ne dersem yapıyorlardı…”
1990’lı yıllar, bu olayların devamında, faili meçhul cinayetlere, Kürt işadamlarının infazına, bölgede “Türk PKK’sı” olarak anılan JİTEM’in kurulmasına, Kürt siyasetçilerin sıklıkla mahkemelere çağrılmasına sahne oldu. 76 HEP ve DEP üyesi cinayete kurban gitti, 1994’te DEP’in sekiz binası bombalandı. Yeni kurulan HADEP birkaç seçimi boykot edince, sürpriz bir şekilde bölgedeki siyasal boşluğu Refah Partisi dolduracaktı. Bu da Kürt meselesinin bugününe bakan bir işaretti.
Kasım ve Aralık 1998’de ise HADEP’e yönelik operasyonda 3 bin 215 kişi gözaltına alındı. Buna rağmen 1999’daki yerel seçimde 37 belediye kazandı HADEP. 2000’de bu belediye başkanlarından Hüseyin Yılmaz, İçişleri tarafından görevden alındı.
Avrupa’dan dönen Kürt politikası
2001’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Kürt vekillerin tutuklanmasını bireysel hakların ihlali olarak gördü. Tekrar Yargıtay’a intikal eden dosya, 2004’te bozuldu ve infazın durdurulması kararı çıktı. Ancak 2003’te Anayasa Mahkemesi, HADEP’in de kapanmasına karar vermişti.
Kürt siyaseti o süreçten olgunlaşarak çıktı. Türkiye’nin geri kalanında “şok” etkisi yapan söylemler terk edildi. Abdullah Öcalan’la ve PKK ile belirli bir mesafe oluştu. Hatta bir “Kürt partisi” değil “Türkiye partisi” olma hedefi konuldu. Halkların Demokrasi Partisi (HDP), Selahattin Demirtaş liderliğinde 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi büyük sempati topladı. 1990’larda yüzde 4 civarı olan oy oranı, yüzde 13’e yükseldi.
Devletin de buradan “dersler çıkardığı” varsayıldı uzunca bir süre. Özellikle Öcalan’ın tutuklanması, devletteki teröre karşı “özgüveni” yerine getirmişti. 1999-2004 arası ateşkes, terörü gündemden indirmişti. Mesut Yılmaz 2001’de, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyerek, aykırı bir söylem geliştirmişti.
Çözüm Süreci’nden 7 Haziran’a
2005’te Erdoğan’ın Diyarbakır mitingi, 2009’da Demokratik Açılım Süreci ve nihayet 2013’te resmi olarak Çözüm süreci, Kürt meselesinde bir paradigma değişikliğini öngörüyordu. Aralarda KCK operasyonları, Habur krizi gibi düşüşler yaşansa da, AKP içinde Öcalan’ın ‘rehberliğine’ inanan, PKK’lı militanlarla ‘empati yapabilen’ söylemler yeşermeye başlamıştı. PKK’nın “sebep değil sonuç” olduğu topluma kabul ettirilmişti. Ancak 7 Haziran 2015’e giden yolda HDP’nin Meclis’e parti olarak girme kararı ve ‘milliyetçi oylar’ın kaybedilmesiyle her şey ‘sıfırlandı’.
7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar geçen sürede HDP’li vekiller, “Barış elçisi” pozisyonundan “Vatan haini” pozisyonuna düşürüldü. Oysa öncesinde de sonrasında da politik duruşları belliydi. Hatta denilebilir ki, Kürt siyasetçileri bugün, eskiye nazaran daha fazla PKK’ya itiraz ediyordu. Ancak 7 Haziran’dan sonra PKK eski hüviyetine kavuştu, HDP’nin alanı daraltıldı. Buna rağmen 1 Kasım’da HDP yine Meclis’e girmeyi başardı.
1994’te Kürt vekillerin tutuklanması, beraberinde faili meçhulleri, bombaları, yaşanmaz bir Türkiye’yi getirmişti. Bugün, hâlihazırda yaşanmaz hâldeki Türkiye’de Kürt vekillerin tutuklanması, durumu daha kötü hâle getirecek. Zira artık kötülüğün kaynağını dizginleyebilecek herhangi bir unsur görünmüyor. “Siyasette serbest düşüş” tabiri, böyle zamanlar için.