Kur’an ve Sünnet çizgisinde hayatını tanzim eden bir mü’minin en önemli vazifelerinden birisi, kimsenin eksiğini, kusurunu araştırmak ve görmek değil, daha çok kendi kusur ve noksanlarını görüp tashih etmek, fiiliyle, tavır ve davranışlarıyla başkalarına örnek ve model olmaktır.
Yapmacık olarak değil, tabii bir şekilde; kavl-i leyyinle, tatlı dil güleryüzle kendini sevdirmek suretiyle, canından daha aziz bildiği Allah ve Resulullah’ı sevdirme gayreti içinde olmalı, davanın çile ve ızdırabını vicdanında duymalıdır.
Hiçbir şey insana ait değil, her şey Allah’ın mülküdür. İnsanoğlunun sırtında emaneten taşıdığı şu vücud elbisesi, her biri birbirinden daha kıymetli; maddi-manevi, dahili-harici bütün uzuvlar Allah’ın muvakkaten kullarına bir mevhibesidir.
Cenab-ı Hak (cc), “Size emaneten verdiğim, üzerinizde taşıdığınız Bana ait olan şeyleri şöyle bir tarafa ayırın da, kendinize ait şeylerle Bana bir tekmil verin” dese, insana ait hiçbir şeyin olmadığını göreceğiz.
Evet, insanı yoktan var eden, yaratılanların en mükemmeli insan haline getiren, sonra imanla şereflendiren, Kur’an ve iman hizmetiyle mükafatlandıran Allah’dır. Mü’mine düşen vazife, herşey’in Maliki ve Sahibi olan Allah’ı (cc) tanımak ve tanıtmak, sevmek ve sevdirmek, emir ve yasaklarına harfiyyen itaat etmekle vazifelendirildiğinin şuurunda olmak ve böylece Rabbi’ne karşı saygıda kusur etmemeye azami gayret göstermek olmalıdır.
Dalalet ve küfre batmış, enaniyet ve gururuna mağlup olmuş, günah ve haramlar içinde boğulmakta olan insanlara kızmaktan daha çok acımak; liyakatları var ise dişimizi sıkıp hidayetleri için dua etmek, yoksa Merhamet-i Sonsuz Rabbimize havale etmek suretiyle, kendi sorumlu olduğumuz hizmete, en ağır şartlar altında olsa bile sahip çıkıp, Allah’ın inayetini acele etmeden, ‘sabır ve namazla’ beklemek gerekmektedir.
Kimin Allah indinde değerli ve kıymetli olduğunu kimse bilemez. Onun için kimseyi hakir görmeden, herkesi kendimizden daha faziletli bir insan olarak görüp, bizi Allah huzurunda mahcup edecek her türlü tavır ve davranışlardan uzak kalmak suretiyle; ihlas, samimiyet, vefa ve sadakat vasıflarıyla mücehhez olmanın gayreti içinde olunmalıdır.
Bir gün sabah namazı için hazırlanırken ezanlar okunmaya başladı. Sokakta ayakta duramayan bir sarhoş, “Yatın Allah’tan korkmazlar, yatın! Bu ezanlar kimi davet ediyor?” diye bağırıyordu. Zavallı, kendisi çamura batmış, günaha dalmış, o bataklıktan çıkma şansını yakalayamamış.. Maalesef bizim gibiler de bu durumda olan insanların elinden tutamamanın ızdırabını ve sorumluluğunu omuzlarımızda taşımaktayız.
Başka bir gün meyhaneden bir genç getirdiler. Arkadaşlarla birlikte bu gençle ilgilenmeye çalıştık. İlerleyen günlerde bu genç benim yakamı tuttu ve “Meyhanedekiler Allah’ın kulları değil mi? Sıcak döşekleri ve rahatı tercih edip bizi unuttunuz. Seni Allah’a şikayet edersem bana darılır mısın?” demişti.. O an dünya başıma yıkıldı, elim ayağım birbirine dolaştı, ne diyeceğimi bilemedim.
Bu sorumluluktan davay-ı İslamın şuurunda olan hiçbir mü’min kurtulamaz. Ne var ki, ye’se düşmek yasak olduğundan, halis bir niyetle gücümüz yettiği ölçüde birbirimizi teşvik ederek, destekleyerek, vahdet-i ruhiye içinde vazifelerimizi yapma gayreti içinde olmalıyız.
Davanın derdini, ızdırabını vicdanında duyan bir mü’min, meyhaneci bir arkadaşına ‘biz Mekke ve Medine’ye seyahate gidiyoruz, bizimle gelir misin?’ teklifinde bulunuyor. O da bu teklifi kabul ediyor. Bu zat umre ve ihram nedir? bilmediği için, oraya vardıklarında herkes umre için ihrama girerken şaşırıyor. Buraya girebilmenin şartı, elbiselerini çıkarıp, altımıza ve üstümüze birer havlu sarmak olduğunu, bunun adının da ‘ihram’ olduğunu anlatıyorlar.
Neticede bu zat herşeyi öğreniyor. Vazifelerini bitirip dönecekleri gün, herkes duygu ve düşüncelerini ifade ederken, bu zata da mikrofon uzatılıyor ‘bu umrede neler hissettin? Menfi veya müsbet duygu ve düşüncelerini alabilir miyiz’ deyince; gözyaşları içinde şöyle diyor:
“Çok şeyler hissettim, ama benim için iki şey önem arz ediyor. Birincisi, bir delikanlı zaman zaman benim meyhanenin önünden geçerken ‘Merhaba abi, nasılsın?’ diyor, sonra geçip gidiyordu. Demek o delikanlı, bana bu güzellikleri anlatmak istiyordu ama, meyhaneye de giremiyordu. Döndüğümde o genci bulursam gönülden teşekkür edip onu dost edineceğim. İkincisi, meyhaneyi kapatıp kendime başka bir iş arayacağım. Benim gerçeğe uyanmama vesile oldunuz. Allah sizden razı olsun.”
Şah-ı Nakşibendi hazretlerinin bir müridi, meyhanenin önünden geçerken önce “Rabbim sana şükürler olsun. Biz bu insanların durumunda değiliz” diyor. Daha sonra onları küçümsediği, kendini onlardan üstün gördüğünü düşünerek nedamet duyup pişman oluyor ve Allah’tan af dileyip, istiğfarda bulunuyor.
İnsan kendini hiçbir zaman üstün görmemeli, en kötü insanları bile kendisinden daha iyidir diye düşünmeli.. Kafirlere, zalimlere, günahkarlara gerçekler tam anlatılamadığı, ellerinden tutulamadığı nazarıyla bakılmalı, acımalı ve dua edilmelidir.
Hakkı gel, sırrını eyleme zahir,
‘Olayım’ der isen bu yolda mahir,
Harabat ehline hor bakma şakir,
Defineye malik viraneler var…
Gamlı sinelerde dert yığın yığın,
Yardımcısı Allah’dır sessiz çığlığın.