AV. NURULLAH ALBAYRAK
Sayın Robert Spano,
Bu mektubu, Türkiye’de son yıllarda aileleri ile birlikte milyonlara varan mağdurun yaşadığı temel hak ihlallerine dikkat çekmek ve yaşanan haksızlıkların ancak sizlerin katkıları ile çözülebileceği inancı ile yazıyorum.
Başkanı olduğunuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), üye devletlerin ve politikacıların etkisinde kalmadan yarım asırdan fazladır temel hak ve özgürlüklerin koruyucusu oldu.
AİHM, üstlendiği ‘hakların bekçiliği’ misyonu ile yıllardır devletleri hukuk ve demokrasi çizgisinde tutmuş veya en azından aşırılığa kaçmalarını önlemiştir. AİHM’in ortaya koyduğu zengin hukukî kriter ve içtihatları, birçok devlet kendi yargı mekanizmalarına uyarlamıştır.
Sayın Başkan, size özellikle bir üye ülkenin son yıllarda demokrasi ve hukuk yolundan sapması ile işlediği temel hak ihlallerinden ve mahkemenizin bu ülkeye yönelik uygulamalarından bahsetmek istiyorum.
Türkiye, yarım asırdan fazladır Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) tarafı ve Avrupa Birliği’ne aday bir ülkedir. Ancak AİHM’in yetkisini tanıdığı 1987 yılından beri yaşam hakkı, işkence yasağı ve adil yargılama hakkı gibi esaslı haklar olmak üzere genel olarak hak ihlali sıralamasında 47 ülke içerisinde ilk iki sırada yer almaktadır. Mahkemenizin 2019 istatistiklerine göre en çok başvuru ve ihlal sıralamalarında Rusya’dan hemen sonra gelmektedir.
Türk Hükümeti, özellikle kendisine yönelik 2013 yılında başlatılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları ile 2016 yılında yaşanan darbe girişimi sonrasında adım adım hukuk ve demokrasiden ayrılmış, bugün itibari ile de yasama ve yargı organlarını devre dışı bırakarak mutlak yönetimi ele almak suretiyle tek adam rejimine geçmiştir.
Hükümetin isteklerine boyun eğmeyen hakimlerin tasfiye edildiği, yargının yüzde 40’ına denk gelen 5 binden fazla yargı mensubunun ihraç edilip, tutuklandığı, geri kalanların tehdit ve baskı altında tutulduğu, yeni alımlar ile hükümetin istediği kadrolaşmanın sağlandığı, hükümetin istemediği kararları verenlerin derhal görevden el çektirildiği, idarenin istediği biçimde kurulan mahkeme ve atanmaların olduğu ve 2 bine yakın avukatın gözaltına alındığı, 700 civarında avukatın tutuklandığı, kolluk aşamasında görev alan avukatların tutuklandığı bir yargının, sağlıklı ve etkili olabildiğini varsaymak mümkün değildir.
Başta yaşam hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı, özgürlük ve seyahat hakkı, mülkiyet hakkı, ayrımcılık yasağı gibi temel hakların ihlali artık sıradan bir hal almış durumdadır.
Doluluk oranı kapasitesinin 3 katına ulaşmış cezaevlerinde, insanlık dramları yaşanmaktadır. Bu nedenle cezaevlerindeki kalabalığı hafifletmeyi hedefleyen hükümet 2020 yılı başlarında, uyuşturucu, hırsızlık, adi suç örgütleri, yağma gibi suçlardan yaptığı düzenleme ile ceza indirimine giderken, muhalif gördüğü gazeteci, hukukçu, akademisyen, milletvekili, doktor, polis gibi kamu görevlileri ve çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan sivilleri kapsam dışında tuttu ve kapalı alanlarda tutulan kimselerin sağlığını ciddi tehdit eden bir pandemi sürecinde muhalifleri sırf düşünce ve inançlarından dolayı ölüme terk etmiştir.
Türk Hükümeti, muhalif olan her kişiyi “terörizm” ile suçlamakta, hayat hakkı tanımamaktadır. AK Parti’den istifa eden Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, Adalet Bakanlığı verilerine dayanarak hazırladığı raporda, “2016 ile 2018 arasında 1 milyon 56 bin insan, terör örgütü üyeliği bağlamında soruşturma ve kovuşturmaya tabi tutulmuş. Sadece çekirdek aile üzerinden hesap etsek en az 4 milyon insan eder.” tespitinde bulunmuştur. Bu durum Hükümet tarafından, özellikle Gülen Hareketi mensupları ve Kürt muhaliflere keyfi suçlamalar yöneltilerek adeta soykırım uygulandığını göstermektedir.
Birleşmiş Milletler denetim organlarından Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu (KTÇG), Gülen Hareketi ile ilişkili şikayet dosyalarında, devletin ayrımcı muamele zemininde uygulamada bulunduğunu, bunu sistematik olarak iddia edilen Gülen Grubu üyelerine yaptığını net sözlerle ifade etmiştir. Grup, şu ana kadar önüne gelen 10’dan fazla dosyada Gülen Hareketi ile irtibatlı olduğu ifade edilen kişiler hakkında hükümetin, siyasi veya başka bir görüş veya statü temelinde ayrımcılık teşkil eden müdahaleler ile keyfi bir uygulama yürüttüğünü karara bağlamıştır.
Türkiye’de milyonu aşan soruşturmalar ile kişiler sırf muhalif inanç ve düşüncelerinden dolayı, çocuklarını gönderdikleri okullar, paralarını yatırdıkları bankalar, ifade ve iletişim özgürlüğü kapsamında kabul edilen mesajlaşma programları, takip ettikleri gazeteler, yazdıkları yazılar, paylaştıkları tweet’ler nedeniyle “terör örgütü üyesi” olarak suçlanmakta ve senelerce ceza almaktalar.
Bu süreçte yüzlerce insan devlet gözetiminde şüpheli biçimde yaşamını yitirmiş, binlerce işkence vakası yaşanmış, onlarca zorla kaybetme vakası gerçekleşmiş, on binlerce insan yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır.
Sayın Başkan, iç hukukun etkisizliği ve iktidarın kontrolünde olması nedeniyle milyonlara varan mağdurların umut kaynağı, başkanlığını yaptığınız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir.
Binlerce mağdur son hukuki çare olarak mahkemenize müracaat etmektedir. Ancak üzülerek ifade etmeliyiz ki Avrupa’nın hukuk ve demokrasisinin bekçisi olan mahkeme, şu ana kadar yaşanan mağduriyetlerin sonlandırılmasına çare olacak nitelikte bir karar vermemiştir.
Binlerce farklı inanç, düşünce ya da siyasi görüşten muhalifin çok temel gerekçelerle yaptığı başvurular mahkemece “iç hukuk yolları tüketilmediği” nedeni ile reddedilmektedir. Bu kişiler, hükümetin “düşman” ve “muhalif” olarak gördüğü kişilerdir. Çoğu davalarda hükümet üyeleri bizzat şikayetçi ya da müdahildir. Türkiye’de yargı hükümetin mutlak kontrolündedir. “İç hukuk yolunun tüketilmesinin” beklenilmesi ancak adil yargılama, tarafsız ve bağımsız hakimlerin varlığında söz konusu olabilir.
AİHM, kısa süre önce iki hakimin başvurusunda (Alparslan Altan ve Hakan Baş) Türkiye aleyhine karar verdi ve tutuklamalarının haksız olduğuna hükmetti. Kararda, tutuklamanın hiçbir somut kanıta dayalı olmadığına, hakimleri koruyan kanunların devre dışı bırakıldığına ve hakimlerin yetkisiz mahkeme tarafından tutuklandığı bildirildi.
Doğal olarak AİHM kararlarını takip eden Anayasa Mahkemesinin de bu karara uyması gerekirdi. Ancak Mahkeme, 4 Haziran 2020 tarihli Yıldırım Turan’ın kararı ile AİHM kararına uymayacağına ve AİHM’nin böyle bir karar verme ve Türk kanunlarını yorumlama yetkisinin bulunmadığına hükmetti.
Bu karar AYM’nin, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından ihraç edilen hakimlerin başvurularına nasıl baktığını göstermiştir. Bu, aynı zamanda Türk yargısının uluslararası insan hakları sözleşme hükümlerine ve denetim organlarının kararlarına uymadığı ve Türkiye’nin politikasının hukuk devleti olmaktan uzaklaştığının da bir kanıtıdır.
Daha önce Şahin Alpay ve Ahmet Altan ile ilgili kararlarınızda da Türk Anayasa Mahkemesi’nin misyonu eleştiri konusu yapılmıştı.
Bu nedenle AİHM’in, iç hukuk yollarının tüketilmesi gerekir diyerek, mağdurları işlemeyen bir hukuk sistemine zorlaması, varlık gayesi ve hakların koruyuculuğu misyonu ile tezat oluşturmaktadır. Bu davranışı ile Türk Hükümetine cesaret vermekte ve hatta suçuna ortak olmaktadır.
Sayın Başkan, basında yer alan bilgilere göre Türkiye Adalet Bakanının daveti üzerine 3 Eylül 2020 tarihinde Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştireceksiniz.
Başkanı bulunduğunuz mahkemede davacılar, haklarını ihlal eden devleti şikâyet etmekte ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti de davalı tarafı oluşturmaktadır. Burada devlet adına sizlerle iletişim kuran adalet bakanı olup, bu bakanlığın davetine icabet ediyorsunuz.
Ziyaretinizde Türk Hükümeti ve yargısına, milyonu bulan keyfi terör soruşturmalarını sonlandırmaları; demokrasi, hukuk ve insan hakları çerçevesinde hareket etmeleri bağlamında güçlü bir mesaj vermeniz hayati derecede önemlidir.
Sayın Başkan, Türk Hükümetini insan haklarına uygun davranmaya çağırma mesajı vermeniz yanında, mağdurların yaptığı başvuruları iş yoğunluğu ile ekonomik ve siyasi baskı kaygılarına girmeden yerleşik içtihatlarınıza uygun biçimde dikkatle ele almanız, işkence gibi acil tedbir talepli başvuruları hassasiyetle incelemeniz, mağdurları etkisiz olan seneleri bulacak iç hukuk uygulamalarına zorlamamanız, BM ve uluslararası kuruluş raporları ve diğer mahkeme kararları gibi tespitleri dikkatle izlemeniz ve daha fazla gecikmeye sebebiyet vermeden mağdurların dosyalarını ele alarak sonuçlandırmanız misyonunuzun gereğidir.
Bu yöndeki bir geciktirme, yarım asırlık itibarınıza zarar vereceği gibi, hükümetin cesaret alarak yapacağı hak ihlalleri nedeniyle önümüzdeki yıllarda yüzbinlerce başvurunun mahkemenize intikaline de sebebiyet verecektir.
Sayın Başkan, hatırlatmak isterim ki, fahri doktora alacağınızı öğrendiğimiz İstanbul Üniversitesi’nden, OHAL sürecinde 5 ayrı KHK ile toplam 213 kişi ihraç edildi. Meslekten çıkarılanların 191’i akademisyen. Bunlar, eski AİHM yargıcı Işıl Karakaş’ın eşi Eser Karakaş’ın da aralarında olduğu 46 profesör ile 31 doçent, 45 yardımcı doçent, 53 araştırma görevlisi, 3 öğretim görevlisi, 13 okutman. Diğer 22 kişi ise mühendis, psikolog, doktor, hemşire, eczacı, biyolog, laborant, uzman, bilgisayar işletmeni ve teknisyen. Bu ihraç kararları nedeniyle mağdurların hukuki olarak süreci takip ettiklerini ve iç hukuk yollarının mahkemelerin bağımsız ve tarafsız olmaması nedeniyle etkisizliği düşünüldüğünde bu dosyaların AİHM’nin önüne geleceğini de bilmenizi isterim.
Sayın Başkan, başkanı olduğunuz mahkeme üyelerinin AİHS’de güvence altına alınan hakları koruma görevi ile hareket edeceğiniz ve içtihatlarınıza uygun olarak Türkiye’de yaşanan hak ihlallerine yönelik başvuruları en hızlı şekli ile inceleyeceğiniz yönünde ümidimi korumak istiyorum.
Temennim, AİHM’in bu misyonunu iş yoğunluğu, devletlerin sağladığı ekonomik yardım, siyasi ve ideolojik baskı unsurlarına takılmadan devam ettirmesidir.
Size zor ve kutsal olan bu görevde başarılar diliyor, saygılarımı sunuyorum.-TR724.COM