EMİNE EROĞLU-TR724.COM
Şehit babasının cenazesinde, “Anne evimize gidelim” diyen çocuğu hatırlar mısınız bilmiyorum? Hani anneciği, “Evladım, gidecek ev mi kaldı?” diye cevap vermişti.O şehidin üzerinden kaç şehit, o yetimin üzerinden kaç yetim geçti. Yangın yangını söndürmese de unutturdu. Ateş, ülkenin her yanına yayıldı. Vatan, gurbet içinde gurbete, yetimlik bir ruh haletine dönüştü.
Ve ‘ev,’ yani emniyet ve güven duygusu bir dağın devrilişi gibi, anlam olarak yıkıldı.Polislerin aradığı, anne babanın alınıp götürüldüğü, muhtarın, komşunun kim girip çıkıyor diye gözetlediği mekan ev değildi artık. Korkuları sevgilerinden büyükse anne baba bile akraba değildi. Gidecek yeriniz, çalacak kapınız yoksa coğrafya memleket değildi.
Öyle başladı cebri hicretler.
Evin güvenlik, akrabanın sığınma, coğrafyanın aidiyet ihtiyacını karşılamayışının adı oldu.
Gönül mülkü yıkıldı, duygusal bağlar koptu, gözler uzak diyarlara çevrildi.
Öyle başladı gaybubetler.
Gidemeyen, ama zulme de boyun eğmeyenlerin sırlandığı bir berzah alemi oldu.
Mazlumları, zalim yöneticilerle işbirliği yapan hane ve belde halklarının şerrinden korumak için modern mağaralar ihdas edildi.
“Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına asla İlah demeyiz!” (Kehf, 14) diyebilecek kadar manen genç kalabilmiş cesur yürekli Kehf ashabı o mağaralara sığındı, “Kıtmir” dualarını da yanlarına alarak…
DİNLENMEK İÇİN BİR EV
Efendimiz aleyhisselatü vesselâmın Mekke’deki evinin, sırf üzülsün ve duyunca kendisine işkence olsun diye kuzeni Akîl tarafından yıkılıp yerle bir edilmesi cebri hicretlerin sebebini izah etmeye yetiyor aslında.
Mekke fethi sonrasında, “Ey Allah’ın Elçisi! Nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, Efendimiz’in (as) mübarek yüzünde acı bir tebessüm belirir, baba ocağı evini hatırlar ve “Akîl bize dinlenecek ev mi bıraktı?” diye cevap verir.
Sanıyorum o acı tebessüm ve sitem, sadece sonraki hayatında imanın tadını tadacak Akîl’in tavrına değil, kıyamete kadar yakınlarına hayatı dar eden tüm akrabalaradır. Geçmişin, sıla-i rahmin, Allah ve Peygamberinin (as) hatırını saymayan, yakınımızdaki uzaklara.
Heder edilen insan onuruna. Ayaklar altına alınan ahlaki değerlere. Vahşice ihlal edilen can ve mal güvenliğine.
Kısaca mazlumlara dinlenmek için bir ev bırakmayanlara…
SU YOLCULUĞU
Gidecek evi kalmayanlardandır Hazreti Musa.
O daha doğmadan ölüm fermanı verilmiş, bir tiranın bekası için yüzlerce çocuk feda edilmiştir. İlahi bir himayeyle tutunur hayata. Belli ki Firavun yakın körüdür ve Hazreti Asiye’nin yardımı ile, göremeyeceği kadar yakınına saklanarak korunabilir Firavun’un zulmünden. Saray, onun için bir nevî “gaybubet evi” olur.
Ancak gençlik yıllarına kadar barınabilir Mısır’da Hazreti Musa. Kanun, kural tanımayan ve ne yapacağı belli olmayan tiranlardan ve kendisini tehdit eden bir toplumdan, onların işlerini kolaylaştırmamak için, kaçar.
Gidecek yeri ve sırtını dayayacağı kimsesi yoktur. Ayakta duracak takati kalmayıncaya kadar yol alır. İhtimal dağarcığında bir kuru ekmek bile yoktur. Annesi, kardeşleri, çocukluğu, anıları, alışkanlıkları geride kalmıştır.
Sığındığı gölgelikte, aczin ve fakrın diliyle, “Rabbim! Lütfedeceğin her nimete muhtacım.” (Kasas, 24) diye dua eder ve Rabbinin sürpriz lütuflarını beklemeye koyulur.
Onun Eyke’de, Hazreti Şuayb’ın terbiyesinde geçirdiği on yıl, hicretlerin kazanımlarına işaret etmesi noktasında çok önemlidir.
Hicret, cebrî de olsa, bir seyahat değil, seyr ü süluktur çünkü.Saraya su’yla geldiği için kavmiyle Mısır’dan çıkış öyküsü de su’yla olur Hazreti Musa’nın.Ve o günden sonra, ülkelerinden nehirler geçerek, denizler ve okyanuslar aşarak kaçmak zorunda kalan mazlum müminler, yaptıkları “su yolculuğu” ile Hazreti Musa’nın öyküsüne eklemlenir.
MAĞARA TERBİYESİ
Gidecek evi kalmayanlardandır Hazreti İbrahim. Çocukluğu, zorba ve kibirli Nemrutların şerlerinden korunmak için sığındığı mağara gaybubetinde geçer.
Onun, Bediüzzaman’ın “haliliye mesleği”ne esas teşkil edecek, hilim, sabır ve teennisi bir mağara terbiyesidir. Hazreti İbrahim’le birlikte mağara, dinlerine sahip çıkan insanların çevrelerinden gördükleri baskı karşısında halktan uzaklaşıp Hakk’a sığınmalarının adı olur. Belli bir müddet ömürlerini halvethânelerde geçirenlerin İlâhi ihsanlarla dolma, gelecekte yapacakları güzel hizmetler için hazırlanma tecrübesi.
Hazreti Musa su ile sınanmıştı, Hazreti İbrahim ateşle sınanır.
Alevler arasına atılırken içinde neşet ettiği toplumdan hiçbir itiraz sesi yükselmez. Onun nasibine düşen de “O yerlerin sahibi”ne iltica ederek yola koyulmak olur.
Elbet varılan menzillerde vahye muhatap birileri bulunacaktır; bulunur.
EVSİZLERİN EVİ
Mazlumlara nefes aldırmamak ne denli firavun âdeti ise, sürgün, hicret ve halvet o nispette peygamberlerin ortak kaderidir.
Ve elbette peygamber varislerinin.
Değil midir ki Allah, “gariplerin sahibi, kimsesizlerin sığınağı”dır. Hira’da Hazreti Ebubekir’e fısıldanan, “Üzülme! (Lâ tahzen) Allah bizimle beraberdir.” tesellisi hicret yollarına düşmüş bütün sadıklaradır.
Yeryüzünü mülk edinmeyenlere açılır, evi yeryüzüne yaymanın sırrı.
Onlar, gidecek yeri olmayanların garipliğini bir kimlik olarak benimserler.
Hicret mekanlarını yurt edinir, ev yıkanlara inat, sinelerini ummanlar gibi açıp bütün bir insanlığı kalplerinde misafir olmaya davet ederler.