İnebolu Kahramanlarından İbrahim Fakazlı Ağabeyimizin hatıralarını okuyunca, bugünkü algı operasyonlarının aynısının 1940’larda yaşandığını anlıyoruz. Buyurun beraber izleyelim:
“Denizli Mahkemesi 1943’te meydana geldi. O günlerde olaydan önce Üstad Hazretleri zaten devamlı, ‘Durumlar çok sıkı… Devamlı kontrol ve baskı var. Her an bir hadise çıkabilir, ihtiyatlı olun’ diye ikaz ediyordu. Ramazan-ı Şerifin 19. Günü jandarma ve polisler gelip ‘Evi arayacağız’ dediler. Zaten jandarmalar evin etrafını sarmışlar. Birkaç aylık bir çocuğum vardı. Evin altı üstüne getirildiğinden annesinin sinirleri bozulmuştu. Çocuk altını kirletmiş ağlıyordu. Kadıncağız şaşkınlıkla pencereden çocuğun kirli bezlerini bahçeye atmıştı. Tetikte bekleyen jandarmalar koşuşmuşlar ‘Evden bir şeyler kaçırıyorlar!.’ diye atılan şeyleri kapıvermişler. Üstleri başları pislik içinde kalmış…
“Akşam üstü bütün hepimizi polis karakoluna topladılar… Kâh hakaret, kâh tehdit, kâh dayak… Haysiyet kırıcı her türlü metodu o gece kullandılar. Komiserin odasında da ayrıca falaka ve sopa ziyafetleri çektiler. Sahur vakti geldi. İftar bile açmamıştık. ‘Biz dün gece sahurdan beri bir şey yiyip içmedik. Şimdi yine sahurluk yemeden yarınki oruca niyet edeceğiz. Siz milletinize ve vatandaşınıza bu kadar yabancı mısınız?’ dedim.
“Dursun ismindeki bir kardeşimizde Üstadımızın Hucûmat-ı Sitte (Altı hücum yolu) isimli Risalesini bulmuşlar. Sitte altı demek olduğundan, CHP’nin “Altı Oku”nu anlayıp, sabaha kadar sitte, sitte diye diye falakadan geçirmişler. Günlerce ayağını basamadı. Koltuk değnekleriyle hükümet tabibine gitti. Doktor muayene etmedi ve rapor vermedi.
“Dahiliye Vekili Hilmi Uran, ‘İnebolu’dan, bu kadar vatan haini nasıl çıkar?!.’ diye İnebolu’ya gelmiş. Yeniden komisyon kurmuş, azılı birisini komisyon başkanı yapmış, ayrıca ifade aldırttı.
“Bu arada özel olarak hazırladıkları adamlar, hatta kadınlar vasıtasıyla, sokaklarda, kahvelerde ve evlerde bizim için ‘Vatan hainleri, Kürtçüler ve Hû’cular diye propagandalar yaptırdılar. Sürgüne gönderileceğimizi, sınır dışı edileceğimizi hatta idam olacağımızı halka duyurarak, bizimle alâkalarını kesmeye çalıştılar. Çoluk, çocuğumuz sokağa çıkamaz olmuş, bir çoğu hastalıklara yakalanmıştı.
“Bir gece geldiler, ellerimizi urganla birbirimize bağlayarak jandarma süngüleri altında vapura bindirdik. Oradan İzmir’e… İzmir’den trenle Denizli’ye sevkettiler. Hapishaneye getirildik. Demirlerin arasından gördüğüm Üstadımın mübarek ellerine sarıldım ve öpmeye koyuldum: ‘İbrahim, kardeşim korkma! Hiç merak etme, korkma!’ diyerek teselli ediyordu. Ağlayarak ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Zira çalınan düdükle yürümemi istiyorlardı. 20 metre kadar ilerledim, karanlık koridorun sol tarafında önümde giden arkadaş bir kapının önünde durmuştu. Demir parmaklı kapının arkasında benzi sararmış bir zat duruyordu. Uzun boylu başı açık, üzerinde pamuklu, dikişli, açık, rengi solmuş uzun bir hırka… Veysel Karani’yi andıran bu zât, o arkadaşı ‘Kardeşim, karşımızda küfr-i mutlak var!’ diyordu. Bir ara, bu zat benim karşımda da aynı cümleyi tekrar etti. Tüylerim diken diken oldu. ‘Karşımızda, küfr-i mutlak var!.’ Birden bana bir canlılık geldi. O anda kendimi küfr-i mutlak karşısında, lâkayt bir şahıs olarak değil; küfre râzı olmamış, ona karşı cephe almış bir mücahid gibi gördüm. Çok sevindim. Parmaklık içinde bize bakan bir kardeşimize, ‘Bu zât kimdir?’ diye sordum. ‘Hafız Ali!..’ cevabını verince, senelerden beri gıyabında son derece hüsn-i zan beslediğimiz, sevip saydığımız mübarek Hafız Ali Ağabeyimiz olduğunu öğrenip yolumuza devam ettim.
“Daha ileride duran bir gardiyan, bizi bir banyo dairesine koydu. Akşamleyin o ufacık yerde yirmi kişiden fazla insan kaldık. Üzerimize kapıyı, dışarıdan kilitlediler. Gecede birkaç kere def-i hacet icap eden yaşlılar için boş bir teneke vermişlerdi. Böylece bir hafta kaldık. Sonra bizi daha geniş, büyükçe bir barakaya aldılar ama orada su ve hela yoktu.
“Hafız Ali Ağabeyimiz, Denizli Hapishanesinin meyvesi olan Meyve Risalesi’ni yirmiye yakın yazmıştı. Hasta olup hastaneye kaldırıldı ve orada şehid oldu. Allah şefaatlerinden ayırmasın. Âmin!.”
İşte böyle şimdi günümüzden 74 sene öncesinde bunlar yaşanmış. Ama devirler değişmiş ama cevirler değişmemiş…
Asr-ı saadetten bu yana Ehl-i Beyt’in başına gelenler hep böyle…