Peygamberin Mirası
Ebu Hüreyre (r.a.) bir gün sokakta gördüğü sahabeden insanlara:
Burada boşu boşuna ne dolaşıp duruyorsunuz? Mescide koşun; orada Resûl-i Ekrem’in (a.s.) mirası bölüşülüyor. Siz de gidin alın, der. Bunu işiten kişiler hemen mescide koşarlar. Ama orada herhangi bir mal varlığının paylaşıldığını göremeyince:
Biz senin söylediğin gibi bir miras taksimi görmedik derler.
Peki ne gördünüz?
Mescitte kimi Kur’an okuyor, kimi zikir yapıyor, kimi ilim öğreniyor.
İşte Resûl-i Ekrem’in (a.s.) mirası odur.
Günümüze de ışık tutan ibretlik bir olay:
Padişah II. Mahmut, idam edilen Sait Halet’in mezarının bulunduğu Galata Mevlevihânesine gelir. Kendisini karşılayan Mevlevî Şeyhi Kudretullah Dede’ye Halet’in mezar taşını gösterip:
Şeyhim, bu Halet için ne buyurursun? der. On yıldan fazla bir süre, halkı canından bezdiren bu şahıs için halk arasında şöyle bir şey söylenirmiş:
Ne kendi eyledi rahat, ne verdi halka huzur,
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur
Şeyh Efendi, Padişahın sorusuna engin hoşgörüsüyle şöyle mukabelede bulunur.
Efendimiz, o da bir halet idi, geldi geçti düşünen, sahip olduğu nimetin farkına varır.
İsa AS bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice baktığında adamın ayaklarının kötürüm olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise abras hastalığı olduğu anlaşılıyordu. Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu:
Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!.. Hazret-i İsa kötürüm adama yaklaştı:
Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor? Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?
Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki:
Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle bir dil vermiş ki, o dille de ona şükrediyorum. Halbuki dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan, bu nimetin farkına varma tefekkürünü de nasip etmiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor ve:
Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun! diye teşekkürden kendimi alamıyorum.
Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan Hz. İsa:
Ver şu elini öyleyse! diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper.
Peygamberin dudaklarının değdiği gözler hemen açıl
ır. Karşısındakinin Hz. İsa olduğunu anlayınca heyecanlanan kötürüm adam:
Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygamber değil misin? der. Hz. İsa: Belli olmuyor mu? deyince: Kötürüm adam: Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm eden Hz. İsa:
Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar.
Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:
Ey Allah’ın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki:
Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?
Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa aleyhisselamın elini öpmek ister. Ama Allah’ın Nebisi işaret eder:
– Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün!..
Derler ki:
– Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiç birimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.
– Öyle ise der, siz de tefekkür edin, düşünün. Allah’ın Nebi’si sözünü şöyle bağlar:
Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!
ADALET
İstanbul’un fethinden sonra Fatih, bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar, Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Fatih Sultan Mehmed’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih’e anlattılar. Fatih, dünyaya kahreden o iki papaza şunları söyledi:
– Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz. Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yer Bursa… Bursa’da şöyle bir olayla karşılaştılar:
Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp Kadı’nın yolunu tutmuş. O saatte kadı henüz makamında olmadığından bir müddet bekler ve atını alıp ahırına götürür. Ne var ki, at da o gece ölür.
Hadiseyi daha sonra öğrenen Kadı, atı satın alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halleder:
Siz geldiğinizde ben makamımda olsaydım, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine ben sebep oldum madem, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman’a verir.
Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kişinin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu bir de İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alıp, ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı şahsa götürüp teslim etmek ister ve şunları söyler: Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, alt
ını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana tarlayı satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
– Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını onlara çeyiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve bir birinin hakkına saygı, ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile hiçbir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Ayakkabının Çamuru,
Bâyezîd-i Bistâmî, yağmurlu bir havada Cuma namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihata duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir Mecusî’nin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek;
“Onunla helâlleşmeden nasıl Cuma namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allah’ın huzurunda durursun?” diye düşündü ve geri dönüp o Mecusî’nin kapısını çaldı.
Kapıyı açan ev sahibi:
Buyrun bir arzunuz mu var? diye sorunca;
Sizden özür dilemeye geldim. dedi.
Mecusî hayretle: Ne özrü? diye sordu. O da;
Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu, deyince,
Mecusî hayretle:
Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez. dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî;
Doğru ama bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır. dedi.
Mecusî:
Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti? diye sorunca;
Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti. dedi.
Mecusî:
O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz? diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
İşte doğruluk ve hal dilinin insanlar üzerindeki etkisi.