1970’li yılların sonları…
İzmir’de üniversite okuyorum. Hatay semtindeki bir öğrenci evinde beş altı arkadaş birlikte kalıyoruz. O evde kimler yok ki…
İbrahim Öztürkler, Ahmet Karalar, Nuri Altıntoplar, Kazım Akkoyunlar…
Üniversite, Bornova vaazları, Hocaefendi’nin ilahiyat talebelerine okuttuğu dersler, kır sohbetleri, yaz kampları derken İzmir’de zaman, harabelerin arasından kendine yol bulup giden billur bir nehir gibi akıp gidiyor.
O günlerde İzmir bir mektep gibi.
Dünyayı bir meşale ormanına döndürecek olan aydınlık, bir kandil gibi yürekten yüreğe evden eve ulanıyor. Mazlum milletlerin afakında bir fecir parıltısı olacak olan ışık, İzmir gecelerine gülümsüyor. Çiçekler damlıyor gecelerin parmaklarından.
Maneviyata karşı mesafeli olarak tanıdığımız şehir, Hocaefendi’nin yürek yangınlarında gün gün eriyor, Tahta Kulübe ’sinde döktüğü gözyaşları ile sırılsıklam oluyor. İzmir günbegün bütün bir dünyayı aydınlatacak olan ışığın başkentine dönüşüyor.
İzmir, insanlık için yeni bir ses, yeni bir ışık, yeni bir umut oluyor. Yeni bir evrensel diriliş için yola çıkılan yarış çizgisi görevi görüyor.
Hem ilahiyat okuyorum hem de Eşrefpaşa’daki bir camide görev yapıyorum.
Meşhur Eşrefpaşalılar görev yaptığım caminin müdavimleri.
Münirler, Zaferler, Sermetler, Ejderler, Özcanlar, Sabriler, Enderler, Halitler hepsi çok renkli insanlar.
Hoşsohbetler.
Onlarla sohbete doyum olmuyor, İzmir geceleri onlarla daha bir renkleniyor.
Hocaefendi’yi ölümüne seviyorlar.
Gerçek külhani onlar.
Onlardan biri haykırınca duyanların dudakları uçukluyor.
Bir İzmir gecesinde onlara, Hocaefendi ile nasıl tanıştıklarını soruyorum.
Eşrefpaşalılar’ın bıçkın gençlerinden Ejder, “Nuri adında bir arkadaşım vardı” diyor.
Bir Cuma, “Bir hoca var, çok güzel konuşuyor seni ona götürmek istiyorum.’ dedi.
‘Benim ne işim olur, hacıyla hocayla?’ dedim.
‘Bu, bildiğin hocalardan değil.’
Gittik.
Ömrümde ilk defa bir camide bu kadar genç görüyordum. Gökten melekler inmiş sandım.
Kürsüde bir hoca konuşuyordu. Caminin içini ve avlusunu dolduran gençler ağlıyordu.
Onlar ağladığı için ben de ağlamaya başladım.
Namazdan sonra, ‘Nuri, bu hoca kıyak adam. Hem de kabadayı birine benziyor. Bizim arabaya biner mi?’ dedim.
‘Biner,’dedi Nuri. ‘Zaten arabası yok. Kime denk gelirse, ona biniyor.’
Arabanın kapısını açıp beklemeye başladık. Az ilerde biri daha kapıları açmış bekliyordu. Ben onun yanına giderek;
‘Birader, kapat kapıları, hocayı biz alacağız!’ dedim.
Hocaefendi geldi ve arabamıza bindi.
‘Kampta talebeler var, onlara bir uğrayalım’ Dedi Hocaefendi.
Arabayı bir dağ yoluna vurduk.
Bana, ‘Adın ne senin?’ dedi.
‘Ejder… Ejder Malik, efendim.’
‘Arapçada ‘j’ harfi yoktur. Senin adın Ejder değil Eşter’dir.’ dedi.
‘Doğrudur efendim!’
‘Biliyor musun, Eşter Malik kimdir?’
‘Bilmiyorum efendim!’
‘Hazreti Ali’nin efsanevi kumandanlarından biridir.’
‘İlk defa duydum efendim.’
Bir yerden sonra yol bitti.
Arabadan inerek yürümeye başladık. Hocaefendi bir tarladan geçerken ayakkabılarını silkeledi.
‘Nuri, ne yapıyor bu hoca?’ dedim.
‘Bu tarlanın toprağı diğerine geçmesin diye ayakkabıdaki toprakları silkeliyor, kul hakkı.’
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
‘Biz yandık Nuri!’ dedim, ‘Her gün adam dövüyor, her gün adam yaralıyoruz.’
Akşam eve vardığımda ilk iş olarak yarım kalan şişeyi kırdım. Hanıma, ‘Namaza başlıyoruz!’ dedim.’’
Eşrefpaşalılar’ın Kutup Yıldızı ile yolculuğu işte o cuma günü başlamış.
Ömürleri kavga ile geçen bu bıçkın gençler, Hocaefendi ile tanıştıktan sonra bütün taşkınlıklarına son verip karıncayı bile incitmez hale gelmişler.
Ellerinden gelse önceki hayatlarını, ömür kitabının sayfalarından koparıp atmak istiyorlar.
Atilla Mahallesi’ndeki tütün mağazasının sokağındaki “Münir’in Kahvesi” onların mekânı.
Polisin gözünde esrarkeşlerin mekânı olan bu kahvehaneye Ahmet Kara ile ara sıra uğruyoruz.
Polisler bir gün yine kahveye baskın yapıyorlar.
Baskın sırasında Ahmet Kara da oradadır.
Amir, Ahmet Kara’ya, “Bu adamları biliyoruz. Bunlar esrarkeş. Sen parlak bir delikanlısın. Senin burada ne işin var? Çık dışarı!” diyor.
Eşrefpaşalılar, “O bizim hocamız.” diyor.
Polisler şaşırıyor;
“Ne hocası?”
“Yahu, bize Allah’ı, Peygamber’i anlatıyor. Biz de namaz kılıyoruz.”
İyice şaşıran polisler, “Kaldırın ellerinizi! Üstünüzü arayacağız.” diyor.
Çoğunun cebinden esrar yerine namaz takkesi çıkıyor.
Polis, bilhassa ondan böyle bir şey hiç beklemiyor olmalı ki Numan’a, “Sen de mi namaz kılıyorsun?” diyor.
“Evet.”
“Sabah namazı kaç rekât, söyle, bir daha bu kahveyi basmayacağız.” diyor Amir.
“Ben kaç rekât olduğunu bilmem.” diyor Numan. Ahmet Kara’yı kastederek, “Biradere uyarım. O yatar ben yatarım, o selam verdi mi ben de selam veririm. Namaz bitmiş olur. Ben başka bir şeyden anlamam.”
Polisler, her türlü kötülüğün mekânı olan bu kahvedeki değişimi görünce baskınlarına son veriyor.
Eşrefpaşalılar, kahvehanedeki esrar gecelerini bırakınca, haftanın belirli günlerinde kendi aralarında dini sohbetlere başlıyor.
Bir gece 27 kişi bir evde sohbet yaparken baskına uğruyorlar.
Hepsine kelepçe takılarak karakola götürülüyor.
Gazeteciler fotoğraf çekiyor.
Hocaefendi duyar duymaz karakola koşuyor.
“Üzülmeyin.” diyor Hocaefendi, “Çoluk çocuğunuzu düşünmeyin. Allah Kerim, ekmeğimizi paylaşırız.”
Karakoldaki sorgu sırasında polis müdürüne, “Müdür Bey! Bizde biliyorsun her türlü kötülük vardı. Sık sık kahvemizi basıyordunuz ve bizi buraya alıp getiriyordunuz. O kötülüklerin hepsini bıraktık. Şimdi kitap okumaya, namaz kılmaya başladık. Yine getiriyorsunuz. Biz nasıl bir insan olursak siz mutlu olacaksınız?”
Dört beş gün karakolda tutulduktan sonra serbest bırakılıyorlar.
Dışarı çıktıklarında Hocaefendi’nin ailelerine yardım ettiğini öğreniyorlar.
“Bu Hoca fakirdir. Onun parası yenmez, günahtır.” diyorlar.
Yanlarına para alarak Hocaefendi’ye gidiyorlar.
“Verilen para geri alınmaz.” diyor Hocaefendi.
Muhtıra yılları geride kaldıkça Türkiye yeniden 1968’li yıllara geri dönüyor. Sağ-sol kavgaları bütün şehirlere sıçrıyor, ülke her gün harareti artan bir cehenneme dönüyor.
1977 Mayısında, Taksim Meydanı’nda işçi bayramını kutlayan kalabalığa açılan ateş sonucu 34 kişi hayatını kaybediyor, yüzlerce insan yaralanıyor.
Ülke her geçen gün kaosa doğru sürükleniyor. İşin daha da acısı, ülkenin güvenliğini sağlayacak olan polis gücü de kendi içinde siyasi ve ideolojik gruplara bölünüyor. Günde on-on beş kişinin ölmesi artık sıradan.
O günlerde Eşrefpaşalılar Hocaefendi’nin gönüllü korumalığını üstleniyor. Hocaefendi, “Korunmaya ihtiyacım yok!” dese de Eşrefpaşalılar, caminin etrafında, kürsünün yanında, Hocaefendi’nin bindiği arabanın yanında kendi yöntemlerince tedbirler alıyor.
Hocaefendi’yi korumak için tedbir geliştirenlerden biri de 75 yaşlarında olan ak saçlı Halim Baba. Evini ve fırınını Akyazılı Vakfı’na bağışlayan Halim Baba, Hocaefendi ne zaman bir yere gitse, arabanın ön koltuğuna geçip oturuyor.
Hocaefendi bir gün dayanamayıp, “Bu öne oturma merakı da neden?” diye soruyor.
Halim Baba’nın cevabı ibret vericidir.
“Hocam, kötü niyetli insanlar var. Sana zarar vermelerinden korkuyorum. Şu sakalımla, kılık kıyafetimle öne oturuyorum ki beni hoca zannetsinler de vuracaklarsa beni vursunlar.”
Hocaefendi, tehditle esnafı kepenk kapatmaya zorlayan örgütlere karşı ise bambaşka bir tavır sergiliyor. Kürsülerden esnafa sesleniyor;
“Bir avuç çapulcuya teslim olmayınız. Gidin, dükkânlarınızı açınız. Gelip öldürürlerse şehit olursunuz.” diyordu. Esnafın korkuyla teslim olması demek, Türkiye’nin teröre teslim olması demektir.”
Bahara uzanmış dallara kar yağsa da Hocaefendi, karanlığa, kara-buza aldırmadan bir kutup yıldız gibi umut dağıtıyor.
Eşrefpaşalı Özcan bir gün, “Hocam iyi ki İzmir’e geldin!” diyor.
“Niye öyle söylüyorsun?”
“Dışarıda bir meyhane hayatımız vardı. En küçük şeyde kavga ederdik. Kavga için bahane arardık. Akranlarımın kimisi hapiste, kimisi kabirde. Sizinle tanışalı öyle mutlu öyle dopdoluyum ki…”
Bir gün yine arabada giderlerken Hocaefendi, “Bir gün bu hizmetler Torbalı’da da olacak, Trabzon’da da olacak.” diyor. “Avrupa ‘da, Amerika’da da olacak!”
Özcan içinden, “Bizim Hoca da hayalperestmiş!” diye geçiriyor. Hocaefendi arkasına dönüyor;
“Ben hayalperest değilim.” diyor, “Bir gün Amerika’da seninle karşılıklı kahve içeceğiz.”
Otuz yıl sonra Amerika’daki kampta herkese çay ikram edildiği bir gün, Hocaefendi, “Özcan Efendi ile bana birer kahve getirin!” diyor.
Özcan şaşırıyor. Bu özel iltifata bir mana veremiyor.
Kahveler içilirken Hocaefendi otuz sene öncesinden geleceğe gönderilmiş bir mektup gibi olan o tarihi sözü söylüyor;
“Özcan Efendi, ben hayalperest değilim!” Samanyolu haber