Bizzat yaşadığımız için artık daha iyi araştırıyor, öğreniyor ve biliyoruz ki Peygamber Efendimizin (sas) vefatından sonra Müslümanların 15 asırlık tarihinde din-siyaset, halk ve iktidar arasındaki ilişki çok sancılı olmuş.
İktidar sürekli otorite demiş, otoriteye itaati vurgulamış, en küçüğünden en büyüğüne muhalefeti dışlamış, halk da muktedirlerin kendisine biçmiş olduğu bu rolü kabullenmiş, ona göre belirlenen bir teoloji ile zihin yapısını şekillendirilmiş ve davranışlarını da hep o zihniyeti yansıtmıştır. Zaten aksi bir tavır iktidar sakinleri tarafından otoriteye isyan, fitne, başkaldırı, anarşi, hıyanet, dalalet, kaos olarak nitelendirilmiş ve cezai muamelelere tabii tutulmuştur. Onun için yukarıda muhalefeti yalın haliyle zikir etmeyip “küçüğünden büyüğüne” ilavesiyle kayıt altına aldım. Ferdi veya kitlesel, örgütlü veya örgütsüz, ulema ya da sade vatandaş ayırımının yapılmamasını da bu kayda ilave etmek lazım. Muhalefet denildiği an iktidar İmamı Azam ile ona sempati duyan sokaktaki vatandaş arasında hiçbir fark gözetmemiştir.
Bu değerlendirmeleri şöyle de ifade edebilirim; iktidar sakini muktedirlerin İhsan Yılmaz’ın tabiriyle “makbul vatandaş” tanımlaması olmuş, o tanım içine girmeyen herkes hain ilan edilmiş, söylem ve eylemlerine bağlı olarak cezalara çarptırılmıştır. Onun içindir ki iktidar sakini olanlar gerçekten muktedir olabilmek için yönetim mekanizmaları arasında güç birliğini elinde tutmaya ayrıca özen göstermişlerdir. Bu bağlamda en önemli unsur dinin kontrol altına alınmasıdır. Siyaset bilimlerinde “sezaropapizm” ya da “bizantism” denilen-sanırım “firavunizm” de denilebilir- bu yaklaşıma göre onlar önce makbul bir din yorumu ortaya koymuşlar, iktidarlarının/rejimlerinin devamı için sürekli bu yorumu halka anlatacak, besleyecek, geliştirecek kadroyu yetiştirmeyi de ihmal etmemişlerdir. Hemen ilave edeyim, dini gelişen ve değişen hayat şartlarına uygun yorumları ile yaşanılır kılacak aydın din adamı ya da ilim insanları yetiştirme bu iktidarların hiçbir zaman gündemlerinde olmamıştır.
İşin tabiatı icabı, iktidarın ne dini, ne insani, ne de ahlaki hiçbir açıdan tasvip edilemeyecek uygulamalarının da etkisi ile zaman içinde muhalif yorumlar da çıkmıştır. İşte tam bu aşamada iktidarın yaptığı yorumun taşıyıcılarından bir olan din adamları devreye girmiş, muhalif yorumları ve o yorumların sahiplerini işlevsiz kılmaya, itibarsızlaştırmaya, düşmanlaştırmaya, şeytanlaştırmaya soyunmuşlardır. Zira kendilerine biçilen rol budur ve onlar bu rolü isteyerek veya istemeyerek kabullenmişlerdir.
Üç paragraf içinde özetlemeye çalıştığım bu düşünceler zaviyesinden isterseniz Diyanet İşleri Başkanlığının Türkiye içindeki konumunu düşünün. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet bürokrasisinde kendisine verilen yeri, ayrılan bütçeyi, 100 bini aşkın müftü, vaiz, imam, müezzin, kayyım ve memurlardan oluşan devasa kadrosunu, onların görev alanlarını ve sınırını, dine ait bilgideki seviyelerini, vaaz ve hutbelerin muhtevalarını hatırlayın; ne dediğim ve ne demek istediğim gözünüzün önünde somut olarak şekillenecektir. İktidarın arka bahçesi olarak nitelendirilen bazı okulları, bazı cemaat ve tarikatları da gözünüzün önünde canlanan somut resmin kareleri içine yerleştirebilirsiniz.
“Ne arıyorsunuz, kime baktınız?”
Şimdi bu kısa girişten sonra gelelim yazının başlığı olan Yeğen’e. Yeğen’in ne demek olduğunu biliyorsunuz ama akrabalık derecesini ifade eden bu kelime ile ben ne demek istiyorum? Bunu bilmiyorsunuz. Anlatayım.
Daha birkaç gün önce Anadolu’nun bir kentinde sabahın erken vaktinde sanki bebek katillerini arar gibi bir eve baskın yapıyor terörle mücadele biriminde çalışan polisler. Ne arıyorlar, kimi arıyorlar, neden arıyorlar? Hiç kimsenin bildiği bir şey yok. Arama emri var mı? Belki var ama bunu soracak şuur yok ev sahiplerinde. Çünkü hayatlarında polis karakoluna yolu hiç düşmemiş bu insanların. Böylesi durumlarda ne yapılır, hakları nedir bilmiyorlar. Korku Cumhuriyetinde yaşadıkları için “Ne arıyorsunuz bizim evimizde sabahın bu erken saatinde?” sorusunu sormaya da cesaret edemiyorlar.
Arama bitiyor. Ev sakinlerinden birisi arama esnasında hane sahiplerine merhamet ve şefkat dağıtan gözlerle bakan polis memurlarından birinin yanına yaklaşıyor. “Ne arıyorsunuz, kime baktınız?” diyor. Çok anlamlı bir bakış atfediyor muhatabına polis. Belki bıraksan ağlayacak. Belki de karşısında aynı yaşlarda, aynı giyim tarzına sahip olduğu için karısını veya kız kardeşini görüyor ve vicdanının baskısına dayanamayıp aradıklarının bir insan olduğunu söyleyip ismini veriyor.
Şaşırıyor ev sahibi ama aynı zamanda rahatlıyor da. Neden mi? Çünkü aranan kişi 21 yaşında bir kız ve hane sahibi ile akraba. O eve de ömrü boyunca 4-5 yılda bir yaptıkları Türkiye seyahatinde akraba ziyareti kapsamında gelmiş ve kalmış. Zira o kız 3 yaşında iken gurbetle tanışmış. 18 yıldan beri başka bir ülkede yaşıyor. Bir iki cümle ile bu gerçekleri anlatmış. “18 yıldır yurtdışında o” demiş. Ve can alıcı soruyu sormuş. “Ne suçu var ki? Neden arıyorsunuz onu?” Yutkunmuş polis. Sorunun doğru cevabını söylese bir türlü söylemese başka türlü. O anlamlı bakışları ile muhatabını baştan aşağı bir kez daha süzmüş ve cevap vermeyi tercih etmiş. Fakat, sadece bir tek kelime çıkabilmiş ağzından: “yeğen.”
Anlaşıldı sanırım. Anlaşılmadıysa daha açık yazayım; 21 yıllık hayatının 18’i yurt dışında geçen ve terör örgütü üyesi olmakla aranan genç kızın suçu, birisinin yeğeni olmakmış. Kaldı ki yanlış biliyorlar, yeğen değil; yeğeninin çocuğu. Kimin yeğeni diye sorduğunuzu duyuyor gibiyim. Yapmayın Allah aşkına! Bu da soru mu şimdi?
Kimin yeğeni sorusu anlamsız ama yaşanan hadise ile din-iktidar arasındaki bağlantının sebebi ne sorusu anlamlı. Haklısınız, belki de direkt bir bağlantı yok. Direkt bağlantı yazının merkezinde yaşanan hadiselere bağlı olarak bu arama emrini veren siyasetçileri, iktidarın resmen ilan edilmemiş ortağı tarafından söylenen “siyasetin köpeği” olan yargıyı veya polis ve istihbarat teşkilatını koymakla olur. Ama din adamlarının bu süreçte oynadığı rol diğerlerinden hiç de aşağı değil. Belki daha da fazla. Zira onlar cemaatin, Hocaefendi’nin, Kürtlerin, Alevilerin; kısaca, en genel manada iktidara muhalif olan her kesimin itibarsızlaştırılması, düşmanlaştırılması ve şeytanlaştırılması sürecinde yazıları, kitapları ve TV konuşmaları ile bütün bu yaşananlara zemin hazırlayan insanlar. İsim istemeyin ama ip ucu vereyim; suçun şahsiliğini anlattığı bir yerde “Bizim kimse kimsenin günahını yüklenemez gibi bir el frenimiz var ama tavanı ihanet, ortası ticaret, tabanı ibadet ayırımı bana hiç bir zaman makul gelmedi” veya “ Devletin bekası için bazı kişi ve grupların temel hakları ellerinden alınabilir” diyerek İçişleri bakanının ifadesiyle 550 bin insanın göz altına alınması, 85 bini aşkın kişinin tutuklanması ve hüküm giymesi, hamile ve emzikli kadınların bebek ve çocukları ile hapishanelerde çürütülmesine meşruiyet kazandıran din adamları.
Ne diyeyim! Allah’ın “Kimse kimsenin suçunu/günahını yüklenemez” ayetini bile bin bir dereden getirdiği ama’lı, fakat’lı, velakin’li yorumlarla ancak aktarabilen, hukukun “Beraati zimmet asıldır, bir insan suçlu olduğu ispat edilene kadar suçsuzdur” temel kaidesini bile seslendiremeyen sözde din adamlarının kulakları “yeğen” nidaları ile çınlasın!
Son sözüm şu: bazı kelimeler vardır ki muhatabına değil zamana söylenir. O kelimenin yankısı sessiz de söylense zamanın derinliklerinde aksi seda bulur ve çınlatır her tarafı. Bugün olmasa da yarın, yarın olmasa da yarından sonra ama mutlaka bir gün yankısı gür bir şekilde duyulur o kelimenin. İşte o gün geldiğinde bugünleri yaşayan kimileri eğer hala hayatta ise ah eder, yeni nesiller de ‘böylesi günler yaşanmış mı?’ der. Der ama ibret alır mı? Alır da şahsiyetini, hayat felsefesini, yaşam tarzını, ahlak anlayışını, ötekine bakışını, siyasi, hukuki, ekonomik sistemini ona göre şekillendirir mi? Bu sorunun cevabı hem evet hem hayır. Delilim de insanlık tarihi.
Her neyse, şahsen ben “yeğen” kelimesinin bir zulüm devrini anlatan ve zamanın derinliklerinde yankılanacak bir kelime olduğunu düşünüyorum. Tıpkı “Meriç” ve emsali nice kelimeler gibi.