M. AHMET KARABAY
Sizlerle buluştuğumuzdan bu yana iki gün üst üste hiç yazmadığım olmadı. İlk kez üst üste iki kez beraber olamadık. Benden kaynaklandı ama benim de elimde olmayan bir sebepten dolayı bu kopukluk yaşandı.
Önce başlıkta geçen “100 yıl ileriye gitme” sözünün nereden geliyor onu paylaşayım. Avrupa’nın önemli bir kentinde yaşayan ve o ülkede önemli bir kamu görevinde bulunan bir dostum yaz tatili için Türkiye’ye geldi.
“Dostum” dediğim kişi benden hayli genç. Oğlumla yaşıt. Bu yüzden bana “Sizi baba olarak görüyorum” diyor.
Kemal ile benim yaşadığım Silivri süreci sonrasında dostluğumuz oluştu. Bir vesile ile tanışmış, sonrasında da dostluğumuz sağlam bir zemine oturdu.
Kemal’in Türkiye ile çok bağı kalmamış durumda. İki hafta memleketini ve anne baba dostlarını görmek istedi. Bir haftasını tatile, bir haftasını akraba ziyaretlerine ayırdı. Hemen her gün telefonlaştık. Günde birkaç kez görüştüğümüz günler oldu. Hayatındaki her ayrıntıyı paylaştı benimle, paylaşmaya da devam ediyor.
Önce güneyde iyi bir tatil beldesindeki tatilini yaptı. Karşılaştığı aksaklıklardan yakındı. Sonrasını yaşadıktan sonra tatilinin sorunsuz geçtiğine karar verdi.
Baba memleketi Ankara’ya, sonra bir iki şehre daha gittiler. Yaşadıklarının ayrıntılarını paylaşıp sizin başınızı ağrıtmayacağım. Sadece bir ikisinin konu başlıklarını paylaştığımda bir fikir verir sanırım.
Gelişinin ikinci gününde babasını da işin içine katarak ustaca planlanmış bir dolandırıcılık olayı ile karşılaştılar. Ardından eşine yönelik bir cinsel saldırı olayı yaşandı. Tam “Şükür, bunu da atlattık” derken bu kez 5 yaşındaki kızı, eşinin amcası tarafından çirkin bir olaya muhatap oldu.
Anne babasına söylemedi ama “Tam bitse de memleketimize dönsek” demeye başladığı sırada bu kez de ailece bir kaza yaşadılar. “Bitse dedikleri” tatillerini rapor alarak bir hafta daha uzatmak zorunda kaldılar.
Geçen hafta memleketlerine döndüler. “Memleketleri” diyorum çünkü eşi yaşadıkları ülkede doğup büyümüş, Kemal de liseden sonra gitmiş. Her ikisi de yaşadıkları ülkenin vatandaşı.
Hayat seviyesi, belki ondan daha önemlisi yaşam kalitesi açısından Avrupa’nın en üst sıradaki ülkeye döndüklerinde, “Sağ salim geldik” diye aradığında, “Memleketinizin kıymetini bilin. Kendinizi 100 yıl ileriye gitmiş gibi hissettiniz mi?” diye sordum.
Bana cevabı babasının söyledikleri üzerinden verdi. Babası da hayatının büyük kısmını çocuklarının yaşadığı ülkede geçiren birisi. Evlerine ulaşıp babasını aradığında babası, “Oğlum, kendini Ortaçağ’dan 21. yüzyıla ışınlanmış gibi hissettin mi?” diye sormuş.
Kemal ile şimdi yine her gün konuşuyoruz. Yine yaşadığı her ayrıntıyı paylaşıyor, bulunduğu görevden dolayı siyasetten ekonomiye ilişkin anlattığı ayrıntılarla beni besliyor. Avrupa ve dünya gündemini bu şekilde epeyce yakından takip etmemi sağladığı için bu dostuma minnettarım.
BİR KİLOMETRE ÖTEDEKİ “İNTERNET KAFE” DEDİĞİ YER
Kemal bir günde 100 yıl ileriye giderken ben “40 yıl geriye” nasıl gittim onu paylaşayım.
Aynı binada oturduğumuz, bahçe işlerini birlikte yaptığımız arkadaşım, sık sık memleketine gidip gelir. Hatta bazı yıllar iş yerinde sezonu kapattıktan sonra gider birkaç ay orada kaldığı olurdu.
Bana da “Bir gün birlikte gidelim” diye teklifte bulunurdu. Doğup büyüdüğü yerlerin doğasının güzelliğinden, sakinliğinden, toprağın bereket ve verimliliğinden söz eder, oradaki konak tarzı evlerini anlatırdı. “Uzak da değil. Arabaya bindiğinde üç saat sürmeden oradayız” derdi.
Ben de “Çok isterim. Anlattıklarından dolayı çok merak ediyorum. Bir gün denk gelir gideriz” derdim. Geride bıraktığımız hafta sonu eşlerimizle birlikte 4 kişi onun arabasına atladık ve memleketine gittik.
Gerçekten her şey anlattığı gibi. Anlattıklarının fazlası var, eksiği yok. Geldiğimizden bu yana sürekli çalışıyoruz. Çiftliğin bakım tamiratından tutun de ekip dikmeye, hasat etmeye kadar. Kendisine bir de eşinin tabiriyle yeni aldığı oyuncak için “oyun kutusu” yaptık.
“Bu yaştan sonra ne yapacaksın da aldın bu oyuncağı” dediği şey traktör, oyun kutusu da traktöre yaptığımız garaj. O da buraya geldiğinde ciddi ciddi traktörle neler yapacağını anlatıyor. Pullukla, çapa ve paketleme aparatı ile yapacaklarını ayrı ayrı sıralıyor. Eşi de, “Sen deniz adamısın. İşin teknelerle. Evin önündeki bahçeyle uğraşman yetmiyor mu?” diye tatlı tatlı yakınıyor
Dedim ya burada her şey anlattığından daha iyi durumda. Her taraf orman. Akşamları kameriye altında otururken hemen yanımızda koca koca kütükleri atıp ateş yakıyoruz. Bu yıl da odun her yıldan daha bolmuş. Kış şiddetli geçtiği için kuruyan, kırılan ağaçlar çok fazla. Motorlu testereyle doğradığı kütüklerden birkaç tane ateşin üzerine atıldığında saatler boyu yanıyor.
Yalnız hesapta olmayan bir durum yaşıyoruz. Burada telefonlar çekmiyor. Bu kadar ayrıntıları ile anlattığı yerde telefonların çekmediğini benimle paylaşmamıştı. Benim de böyle bir soruyu sormak aklıma gelmemişti. Öyle güzel bir ortamın dünyadan izole olacağını düşünemedim.
Bilgisayarımı çantama koyup yanıma almıştım. Akşamları ya da sabahları sizinle buluşmamızı sağlayan yazılarımı yazıp göndereceğimi düşünmüştüm. Buraya gelip eşyalarımız koyunca eşim geldiğimiz söylemek için kızımı aramak için telefonu eline alıyor ki bir de ne görsün. Cep telefonu devre dışı.
Heyecanla ev sahibimizin yanına gelip “Telefonlar çekmiyor mu?” diye saf saf sordu. “Burada telefon falan yok” dediğinde eşimi ve beni görmeliydiniz. İkimizin ağzından aynı anda, “Neee!” diye ortak bir ses çıktı.
Ben yazacağım yazımı göndereceğime, eşim de konuşacağı kişilerle iletişim kuramayacağına hayıflanıyordu. “Peki telefona ihtiyaç duyduğunuzda ne yapıyorsunuz?” diye sorunca, “İleride bir internet kafe var. Oraya gidiyoruz” dedi.
“İnternet kafe” dediği yer de eve bir kilometre kadar bir mesafede bir bölge. Telefonlar oradan çekiyormuş. Dün kızımın doğum günüydü. Doğum gününü internet kafeye gidip oradan telefon açıp kutladık.
YARIM GÜN AYIRIP DA TELEFON GÖRÜŞMESİ YAPILAMAYAN DÖNEM
Burada yaşadığımız telefonsuzluk aklıma 40 yıl öncesi yaşadığım bir olayı getirdi. Yeni evlendiğimiz yıl idi. Bizim evde telefonumuz yoktu. Anne babama bir telefon edelim, sesini duyalım istedik. Eşimle evimizin olduğu Bahçelievler’den kalkıp erken saatte Bakırköy PTT’sine gittik.
Ben işyerimdeki arkadaşlara bir gün önce bir iki saat işe geç geleceğimi söylemiştim. Telefonu yazdırıp beklemeye başladık. Sabahın saat 06.30’unda yazdırmıştık. Erken saatlerde hatlar daha sakin olacağını düşünmüştük.
Telefon kaydını yaptırmamızın üzerinden bir saat geçince gidip bankodaki görevliye ne zaman görüşme imkanı olabileceğini söyledim. “Bekliyoruz beyefendi. Sıra gelince görüştüreceğiz” dedi. Aradan bir saat kadar daha zaman geçince tekrar gidip sordum. Yine benzeri bir cevap verdi. “Eğer normal değil de yıldırım kaydı verirsem 15 dakika içinde görüşebileceğim” bilgisini ekledi. Ben de daha zamanım olduğu düşüncesiyle “Hayır. Yıldırım görüşmesine çevirmek istemiyorum” dedim.
Neyse en son saat 10.30’da tekrar gidip sorduğumda ve yine aynı cevabı aldım. Dört saat bekleme sonrasında görüşme yapamadan PTT’den ayrılıp gitmiştik. Ben işe döndüm, eşim de eve gitmişti.
“Bugünkü iletişimsizlikle o günü mü kıyaslıyorsun?” diye sormayın. Vereceğim cevap size rahatsız edici gelebilir.
Çünkü bugün bizim yaşadığımız iletişimsizlik o günkünden daha ağır. Bakın biz eşimle o gün normalin ötesinde bir şeyi yapmaya kalkıştık başaramadık. Yani o günkü şartlarda şehirlerarası normal iletişim yöntemi mektuplaşma idi. Telefonla görüşmek ekstra idi. Biz ekstraya talip olmuştuk.
Bugün ise her an dünya ile iletişime açık olma ortamı var. 40 yıl öncenin mektuplaşma ile normali sağlanan ortam bugün her an ulaşılabilir olmak durumunun benzeri.
Dün iletişim normale döndüğünde cebime bildirimler peş peşe gelmeye başladı. Telefondan arayıp ulaşamayanlar, WhatsApp’tan yazanlar hayli fazla idi.
Avrupa’daki dostum telaşla aradı. “Abi ya kaç gündür ulaşamıyorum sana. Telefonun kapalı olunca yine mi içeri aldılar seni diye telaşlandım” dedi.
Yok yok. Tekrar tutuklanmadım. “Sadece hesapta olmayan zamanda yolculuk yaptım. Hepsi o kadar.