9 Aralık 2016 Cuma günü namazına gittim. Mescid çok temizdi ve düzenli
idi. Genç imam bir saat sürecek olan hutbesine başladı. Konu tevazu ve kibir
üzerine idi. Hatip Karun ile ilgili âyetleri okuyor ve İngilizce izah ediyordu:
“Yoldan sapanlardan biri olan Karun, Musa’nın ümmetinden olup,
onlara karşı böbürlenerek zulmetmişti. Ona hazineler dolusu öyle bir servet
vermiştik ki, o hazinelerin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir bölük zor
taşırdı. Halkı ona ‘Servetine güvenip şımarma, böbürlenme! Zira Allah
böbürlenenleri sevmez! Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî
âhiretyurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini
unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara iyilik et. Sakın ülkede
nizamı bozmak peşinde olma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.’ demişti.
Karun ise, ‘Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.’ dedi.
Peki, şunu bilmiyor muydu ki, Allah, daha önce, kendisinden daha güçlü ve
serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmişti. Ama suç işlemeyi meslek edinen
sicillilere, artık suçları hakkında soru sorulmaz. (…) Derken Biz Karun’u
da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Ne yardımcıları, Allah’a karşı kendisine
yardım edip onu kurtarabildi, ne de kendi kendisini savunabildi.” (Kasas
Suresi, 28/76-81)
Hutbeyi huşû ile dinlerken, birisi dikkatimi bölüp benim biraz sola
doğru kaymamı istedi. Ben, tam dizlerinden problemleri olduğu için
sandalyelerde oturanların bitişiğinde bulunuyorum. Sol tarafa çekilince, boş
bıraktığım yere bir sandalye getirip yerleştirdiler. Hemen oraya resmi giyimli
birisi gelip oturdu. O da hutbeyi dikkatle dinlemeye başladı. Genç, dinç bir
görüntüsü vardı. Normalde diz problemi olmamalıydı. Bir ara dikkat ettim; ayak
ayak üstüne atmak istedi ama hemen toparlandı, oturuşunu düzeltti. İçimden
‘Herhalde bu, Müslüman olmak isteyen birisi… Namazdan sonra, cemaatin
içinde şehadet kelimesini getirecek galiba’ diye geçirdim. Biz farza
başladığımızda, o hâlâ oturuyor ve sağa-sola bakıyordu. Zaten namaza durmuş bir
hâli de yoktu. Tabiî pek bir mânâ veremedim.
Namaz bitince, imam onu yanına çağırıp mikrofonu eline verdi. O,
cemaate selam verdikten sonra; “Ben bu şehrin baş savcısıyım!” diye konuşmaya
başlayınca kim olduğunu anladım. “Bu toplumda, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve
Musevîler olarak bizim hepimiz bir arada, beraber bu ülkenin insanlarıyız.
Beraberliğimizi güçlü tutmaya mecburuz. Sanki, zor zamanlar geliyor gibi…
Bilemem artık, dört sene mi sürer, daha fazla mı sürer!.. Bunları şunun
için söylüyorum: Öğrendim ki, okulda bir kızımızın baş örtüsüne el uzatılmış…
Benim kızımda okula gidiyor. Boynunda Davut Yıldızı vardı, baktım onu
çıkarıyor. Niye, diye sordum, arkadaşının baş örtüsüne dokundukları gibi ona da
saldırırlar diye endişe ediyor. Ona, korkmamasını söyledim. Okulda, baş örtülü
arkadaşlarıyla, meseleyi diğer arkadaşlarına anlatmışlar, bütün sınıf bunların
yanında yer almış. ‘O saldırganı okuldan attırıncaya kadar uğraşacağız; hepimiz
sizin yanınızdayız’ diyerek destek vermişler. Siyasîler kendi aralarında bölünebilirler
ama biz bölünmeyeceğiz. Bizim görevimiz, sizin haklarınızı savunmak ve
sizleri korumak. Hiç korkmayın. İstediğiniz zaman hiç çekinmeden yanıma gelin…
(Bizimle namaz kılan birisini göstererek) Bu, benim yardımcım. Bir Müslüman…
Beni bulamazsanız hemen onu arayıp, onun yanına gelin… Biz böylece bu zor ve
sıkıntılı günleri beraber aşacağız!..” dedi.
Cemaat dikkatle dinlediler ve bu kanun adamının, camilerine kadar
gelip, böyle bir konuşma yapmasından çok memnun oldular… “Adâlet mülkün
temelidir” sözü Hz. Ömer (R.A.) aittir. Kur’an’ın dört esasından birisinin de
makâsıd-ı Kur’aniyeden olarak ADÂLET olduğunu biliyoruz. Hak ve
adâletin olmadığı bir yerde toplumun huzura kavuşması da mümkün değildir. Keşke
bu konuşmayı ülkemizin Baş Savcıları yapıp gereğini yerine getirebilselerdi…